İhtilafta hayır vardır, der büyüklerimiz. Mevcut düzen üzerine saygı çerçevesi içerisinde müzakere etmek ve farklı görüşleri dinlemek Müslümanın yani sorumluluk sahibi insanın karakterindendir. Soren Kierkegaard, asıl iman eden kişinin devamlı imanından ve ibadetlerinden daima şüphe eden kişi olduğuna dikkat çeker. Bu yazı vasıtasıyla ibadetlerimize, dini anlayışımıza ve kültürümüze farklı bir bakış kazandırmak-imanımızı sorgulamak istiyorum.

 İmam Şafii’nin ne bir medrese hocası ne de önemli bir şahsiyet olan bir Kurancı ile olan münazarası kayıt altına alınmıştır ve bu kayıtta görülür ki: İmam Şafii’nin ve Kurancının üsluplarını inceleye durursanız sizi ancak saf bir saygı karşılar. İki tarafında öğrenme taraftarı olduğunu göreceksiniz. Yazıyı okuyan kimseyi de aynı saygıya davet ediyorum.

Öncelikle, ibadet nedir? Ancak mekanik hareketlerden, bir araya toplaşmaktan, atalarımızdan gördüğümüz tapınma adetlerini devam ettirdiğimiz bir kurum mudur? Her şey gibi, bir Müslüman olarak elimize hangi düşünce yahut cisim geçerse geçsin öncelikle buna anlam katmak zaruridir. Geçmişten geleni olduğu gibi kabul etmek ve çağın-toplumun gerekliliklerine riayet etmemek hem akıl dışıdır hem de bir cahiliye âdetidir. Allah, Bakara Suresinin 170. Ayetinde şöyle buyurur:

“Onlara (müşriklere) “Allah’ın indirdiğine uyun!” dendiği zaman, onlar “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız.” dediler. Ataları hiçbir şey akıl etmemiş, doğruyu bulamamış olsalar da mı?”

Nasıl olur da cahiliyeden bütünüyle koptuğumuzu düşünebiliriz? Hz. Muhammed ve onun devrimci dostları-takipçileri daima bu cahiliye adetlerinin türemesini ve yayılmasını engellemekle yüzyıllarını geçirdiler. Biz neden cahiliye adetlerini 7. Yüzyıla gömdüğümüzü zannedebiliyoruz? Hala cahiliye adetlerinin içinde olamaz mıyız? Kendimizi kutsanmış bir yüzyılda yaşayan bir kavim olarak mı görüyoruz?

Yazım esasen, ibadetlerimizin yapısının cahiliye adetlerine dönüp dönmediği üzerine bir soruşturmadır. Atalarımızdan, babalarımızdan ve dedelerimizden neler görmüşsek; bize okullarda yahut Kur’an kurslarında öğretilen ne ise sorgulamadan kabul ediyoruz ve buna ibadet diyebiliyoruz. Okuduğumuz surelerin ne anlamlarını ne nüzul sebeplerini ne de Kur’an’ın ruhunu anlayabiliyoruz. Her Cuma, merkezden, bir kurulun tekelinde olarak, gelen hutbeleri gene hiçbir şey anlamayarak dinliyoruz. Toplumun, kentin ve dünyanın sorunlarına kulak verilebilecek en güzel yer olan hutbelerin bile içinin boşaltıldığını görüyoruz.

Bu hutbeleri, mesajları, okunan sureleri sorgulamıyorsak, duymamış gibi yapıyorsak; bunların arkasında hikmetin parçalarını aramıyorsak biz ibadetlerimizde gerçekten hür müyüz?

Hutbeler bir yana, tam Ramazan ayında olmamızda hasebiyle her iftardan sonra gittiğimiz Teravih üzerine düşünmeye çağırıyorum sizi. Türk Diyanet Vakfının Ansiklopedisi’nin Teravih makalesinde değindiği gibi; Hz. Muhammed teravihin toplu bir ibadete dönmemesi için özel bir çaba sarf etmişti hatta “ümmetinin yükünü arttırabileceği düşüncesiyle” toplu teravih uygulamasını kaldırmıştı. Bu uygulamayı ancak Hz. Ömer 635 yılında geri getirecektir.

Teravih kelime anlamı olarak “rahatlatmak, dinlendirmek” anlamına gelmektedir. Bu etimolojik yola çıkış vasıtasıyla esasen Teravih namazının orucun yorgunluğunu insanın üstünden alma fonksiyonuna sahip olduğu açık gözükmektedir. Peki, samimiyetimle okuyucuya soruyorum, etrafınızda yahut kendinizde, Teravih namazının sizi rahatlattığını ve Allah’a daha çok yaklaştırdığını mı düşünüyorsunuz? Şayet gerçekten size bir rahatlık ve dinleniş hissi veriyorsa: Oflamalarla kılınan bir namazdan dahası surelerin hızlıca okunduğu bir namaz nasıl oluyor da insanları rahatlatabiliyor. Teravihten çıkan insanların yüzünde rahatlık mı yoksa boşluk-yorgunluk mu görüyorsunuz? Hızlıca kılınan bir namaz nasıl oluyor da rahatlık verebiliyor? Bu hususta Hz. Muhammed’in şu hadisini aktarmak isterim:

“Bir kimse namazını tavuğun yem yemesi gibi kılarsa, Allah’ın huzuruna çıkmış olmaz.” (Tirmizî, Salat, 264)

Teravih namazını düşündüğünüzde bu hadisle uyuştuğunu göreceksiniz. Namazı hızlıca kılıp hemen eve gidip dinlenmek isteyen insanların baskıları altında İmamlar da bu hızlı namazlara uymaktadır. Bu halde gerçekten de Teravih anlayışımızı yeniden düşünmemiz gerekmez mi? Belki okuyucunun aklında soru kalmış olabilir fakat ben Teravih namazını inkâr etmiyorum yahut onun değerini düşürmek istemiyorum. Sadece asıl olan Teravihin nasıl olabileceği hakkında akıl yürütüyorum.

Onlarca rekât hızlıca namaz kılıp Allah adına hiçbir şey kazanmamak yerine camilerde neden ilim sohbetleri, Kur’an’ı Türkçesinden tefekkürle-müzakere ile okuma saatleri ve Kur’an’ın özüne inme teşebbüsleri gerçekleşmemektedir? Teravihte toplumun ve dünyanın problemlerinin insanlara açılması neden bizim din anlayışımıza çok noksandır? Misal vermek gerekirse, Teravihe yahut camiye giden insanların kaçı Filistin meselesi hakkında enine boyuna bilgi sahibidir? Haberi olanların kaçı eyleme geçebiliyor, çevresini uyarabiliyor ve tepkisi koyabiliyor? Bunlar ibadet değil midir? İnsanların gönlünü ferahlatan eylemler değil midir?

Birleşmeye, sesimizi çıkarmaya ve ayaklanmaya en çok ihtiyacımız olduğu zamanlarda daha ne kadar bu güzel alışkanlıkları kazanmak yerine anlamını bilmediğimiz sureleri okuyup “tavuğun yem yemesi gibi” hızlıca namaz kılmaya devam edeceğiz?

ALİ KURNAZ