Eğitimci-yazar, bu akşam yapacağı konuşmanın hazırlığı içindeydi. Kendi uzmanlık alanı içinde yer almayan bir konu hakkında sunum yapacak olmanın heyecanını da yaşıyordu iliklerine kadar. Karşısında oturanlar meselenin belki bir tarafından olayı biliyorlardı.
Eğitimci-yazar, bu akşam gelen misafirlerin bir kısmına yeni bilgiler verecek, bir kısmına bildikleri olayların farklı yorumunu sunmaya çalışacaktı. Geçen haftaki sunumda "Sözün Gücü" demişti. Bu hafta ise sözün/ilmin gücüne sığınacak bir nebze yeni şeyler paylaşacaktı.
Başlık dikkat çekiciydi: Devr-i Saadette Siyaset-i Münafikun ve Günümüz.
Eski tabirler daha az kelime ile zikretme imkanı verdiği için böyle yazmıştı. Peygamber Efendimiz zamanında münafıklara karşı yürütülen siyaset ile günümüz arasında bir kıyas yapacaktı belki de. Böyle bir konunun sunumu için usul önemliydi. Her zaman yaptığı gibi kitabın anasına bakacaktı elbette. "Münafikun" ismindeki Suresi ayetleri tek tek okuyacak ulaşabilirse tefsirlerine bakacaktı.
Lakin "siyaset" ne demekti, onu da bilmesi lazımdı. Payitaht dizisinde II. Abdülhamit Han "bizim siyasetimiz böyle olmuştur" deyip dururken bir tutum ve bir tarzdan bahseder gibi konuşurdu. Demek ki siyaset denilen şey "bir yol tutma, olaylar karşısında ortak bir tutum geliştirme"den ibaretti. Yani Peygamber Efendimiz (sav) "münafık" denilen karaktersizlerle nasıl iletişim kurmuş ve nasıl bir ince siyaset gütmüş, onu inceleyecekti sunumunda.
Eğitimci-yazar her şeyden evvel Hanzala (ra)'nın Medine'nin sokaklarında "Hanzala münafık oldu, Hanzala münafık oldu " diye koşturmasına dikkat çekmek istiyordu. Kalbindeki ikilemi hissedince takındığı tavır dikkate değerdi, diyecekti eğitimci. "Ya Rasulullah senin yanındayken, senin sohbetinde iken gönlümüz ulvi duygularla doluyor, senden ayrılıp dünyalık işlere dalınca o hal gönlümüzden gidiyor" diye yaptığı açıklama önemliydi. Ölçü insan Peygamber Efendimiz (sav) " bir saat dünyaya, bir saat ahrete ya Hanzala" diye dünya ve ahiret dengesi sağlayacak söz dökülür dudaklarından.
Gönlünü unutarak yaşayan günümüz Müslümanına abartılı bir ünlem işareti koyup geçti eğitimci. Sonra Hazreti Ömer'i hatırladı ve sunumunda da hatırlatmanın faydalı olacağını düşündü. "Furkan" vasıflı koca Halife Ömer(ra) Peygamber(sav)'in münafıkların listesini verdiği sırdaşı Huzefet'ül Yeman'a arada bir sorar "O listede ben de var mıyım?" diye. Bunu söylemek yazar için hiç de zor değildi. Samimi bir şekilde ifade edip kalbi sağlam kazığa bağlamak kolay değildi.
Bu duygusal vurgulamadan sonra siyer-i nebiden bazı örnekler verilmesi gerektiği düşündü. Yazar bunu bilirdi lakin Mekke döneminde müşrikler varken Medine döneminde münafıkların görülmesi bir ilginç noktadır. Kalben inanmayan ancak dille inandığını söyleyen kalbi mühürlü insanlar. Bu korkak insanlar, her daim çıkarına, menfaatine iman etmişlerdir.
Kelime manası ile başlayacaktı eğitimci yazar. Sözlükte (tarla faresi) yuvasına girmek; (olduğundan farklı türlü görünmek " anlamındaki nifak mastarından türemiş bir sıfat olan münafık kelimesi "inanmadığı halde kendisini mümin gösteren kimse demektir.
Kelimenin "tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak üzere yuvası için hazırladığı birden fazla çıkış noktasının birinden girip diğerinden çıkması" biçimindeki kök manasından hareketle münafık dinin bir kapısından girip diğerinden kaçak çifte şahsiyetli kimse olarak da tanımlanmıştır.
Nifak kavramı Kur'an-ı Kerimde kök halinde üç, çekimli fiil olarak iki ve münafık şeklinde yirmi yedi ayette geçmekte olup beş yerde münafık erkeklerin yanında münafık kadınlar zikredilmiştir.
Eğitimci yazarın gönlünden geçen ilk şey anlattığının kendi kulakları ile kendisinin dinlemesiydi. Önce gönlüne indirecekti sözün hakikatini sonra da diğer kardeşlerine ifade edecekti. Samimiyet ırmağına dalmamış hiçbir kelimeyi salmayacaktı dudaklarının arasından. Müslüman toplumun yeniden inşası için nifaktan uzaklaşmış şahsiyetler lazımdı çünkü. Böyle düşünüyordu eğitimci.
Lakin siyasetten bahsedilecekçe Medine'de Abdüllah bin Selül zikredilmeden geçilemeyeceğini biliyordu yazar. Zira münafıkların siyasetini belirleyen oydu. Baş münafık bir savaş sonrası "Medine'ye dönünce kimin zelil kimin şerefli olduğu belli olacak demiş ve "zelil" kelimesiyle Peygamberimiz(sav)'i kastetmişti.
Uhud savaşına giderken yoldan ayrılanlarda bunlardı, Hz. Aişe annemize iftira atanların içinde de vardı, Tebük Seferinden Ben-i Asfar kabilesinin sarışın kadınlarının fitnesine düşmekten korktuklarını söyleyip geri kalanlar da bunlardı. Yahudilerle iş birliği yapıp "siz çıkarsanız Medine'den biz de çıkarız" diyen yalancılar da bunlardı. Ölürken, Efendimiz(sav)'in gömleğini isteyen ve o gömlekle gömülüp paçayı kurtaracağını sanan ahmak da İbn-i Selül'dü.
Son gol, tam kapadıkları köşeden girdi münafıklara. Şefaat bekleyen bu zavallı, kıt kafalı münafık için Rabbimiz; "Onun kabri başında dursan da bir, durmasan da" diye buyurduktan sonra "Bir peygambere münafığın kabri başından durmak yaraşmaz" deyip ondan da men etmişti.
Eğitimci-yazar bunca düşünceden sonra 20.15'te başlayacak konuşmasına hazırdı artık.