Ahmet Taştan yazdı

Genç yazarlar, etrafı kitaplarla çevrili kütüphanenin kıyısına yerleştirilmiş masanın etrafına oturmuş düşünüyorlardı. Ne yazayım? Neyi yazayım? Nasıl yazayım?  İlk cümlem ne olsun?

Şubat ayının ortalarıydı. Isıtmayan güneş ışınları, dağınık bırakılmış perdenin arasından masanın ortasına düşüyor ve o hizadaki tozları aşikâr ediyordu. Genç yazarlardan biri, sanki sayıyormuşçasına dalıp gitmişti tozların raks eden ahengine. Bir diğeri, beyaz kâğıda bakıyor ama onu görmüyor, zihnindekileri askeri bir disiplin içinde dizmeye çalışıyordu.

Gözlüklü olan, gözlerini kapamış uzaktan gelen ezan sesinin ahengine kaptırmıştı kendisini. Tüm gökyüzünü dolduran ve oradan yazarların masasına ulaşan yanık sesli ezanın nağmelerini ondan başka kimse dikkate almıyor görünüyordu.

Vakt-i tefekkür nihayete ermiş parmaklarda ufak kımıldamalar görülmekteydi. Yola çıkmaya hazırlanan bir araç gibi ağır ağır hareket ediyordu parmakların emrindeki kalem. Düşünceler derleniyordu ve herkes az önce edebiyatçının dilinden dökülen bir hatıra örneği yazmaya çalışıyordu.

Genç yazarların şapkalı olanı, dedesinden dinlediği o eski zaman olaylarını yazmaya niyetlendi. Kurtuluş Savaşı yıllarında köyüne saldıran Yunan gavuruna karşı yapılmış vatan müdafaasını çok dinlemişti. Muhakkak ki dedesi, o günleri görmedi lakin görenlerden dinlediği gibi, her defasında, kelime kelime, cümle cümle tekrar ediyordu. Kendisinden beklenen, işte bu siyah beyaz hatıraları, bugünün renkli ve parlak dünyasına ulaştırmaktı. Çünkü edebiyatçı "hatıra dediğiniz zaman, insanın aklına çok öteler geliyor. Büyüklerden dinlenen o dönemlere ait olaylar, kahramanlar ve belki de bir hikâyenin dekoru olabilecek eşyalar hatırlanıyor.

Genç yazar, "Dedemden öğrendim ki!" ya da "Dedem diyor ki!" nakaratı ile başlayan cümleleri peş peşe sıralasa daha hoş olacaktı.

Hemen şu sağ taraftaki genç yazar, yani saçları uzun olan. Kendisinin ve kardeşlerinin dünyaya gelmesine vesile olan anne ve babasının düğün telaşlarını yazacaktı belki de. Romanlarda okuduğu veya dizilerde izlediği kurmaca kahramanlardan ziyade, her akşam, aynı sofraya oturan büyük aşıkların heyecan dolu hatırasını yazmaya niyetlendi.

Annesi, babasını ilk defa nerede gördüğünü ve neler hissettiğini zaman zaman anlatır, evladının ilgiyle dinlemesine bayılırdı. Ama babası, kızının bu sorularını geçiştirir, eşini ilk defa nerede fark ettiğini, istemek için kimleri araya koyduğunu, o günkü aşıkların birbirine olan münasebetlerini, aşkın gücünü, şaşırtıcılığını ve etkisini anlatmaktan mahcup olurdu.

Acaba düğünleri nerede olmuş? Düğünde neler yapılmış, kimler ne takmış, nasıl bir eğlence tertip edilmiş?  Hepsini dinlediği kadarıyla yazacaktı genç yazar, hoş bir hatıra olarak.

Bir diğeri ilkokul gününe gitti. O günlerden bir şeyleri hatırlamak ilk öğretmenini yad etmek, okul arkadaşlarının ismini zikretmek ona iyi gelecekti. Çekingen çekingen oturduğu sıralara, zamanla şımarmaktan oturamadığını yazacak ve bazen ceza bazen de ödül aldığı, çok üzüldüğü ve çok mutlu olduğu anıları toplayacaktı. Bunu hayatının değişmesine sebep olan öğretmenin hatırına yazacaktı. Anaokulundan beri birlikte olduğu en samimi arkadaşının Allah’tan kendisine bahşedilmiş bir nimet olduğunu da unutmayacaktı.