İslâm dünyasını baştanbaşa dolaşmış âlim Abdürreşîd İbrahim Bursa’nın minber ve kürsülerinden haykırıyor: “Efendiler, asıl maksadım Müslümanların bugün gayet müşkil bir mevkide bulunduğunu arz etmektir. Bu müşkilatı bizim ulema, bugüne kadar tamamıyla kavrayamamıştır. Belki de ekseri yerlerde, özellikle, şu memâlik-i Osmaniye’de ulemâmız külliyen gaflet içindedir”.

Müslümanların ahvaline dair tespitlerinden sonra yavaş yavaş çözüm aşamalarından bahsetmeye başlar. Daha iyi bir yönetim olduğu için Rusya Müslümanlarının yıllardır gerçekleşmesini umduğu meşrutiyet idaresi karşısında Osmanlı’daki ulemanın hâlen mütereddit bir tavırla: “Acaba ne olacak, İdare-i meşruta nedir, şeriata muhalif mi, yoksa muvafık mı?” şeklindeki tereddütlerinin yersizliğini ortaya koyar. İslâm, özünde istibdada karşı; danışmaya önem veren bir yönetim ön görür. Şurası da var ki, bir ülke, yalnızca yönetim biçiminden dolayı da ilerleme kaydetmez.

Abdürreşîd İbrahim, milleti devletin önüne koyar. Millet, ilerleme kaydetmemişse, devlet yükselemez. Devletin kasasının boş olduğuna, dış borç almaya mecbur kaldığına dikkat çekerek, bunun asıl nedenini olarak milletin geri kalmışlığında arar. Millet çalışkan, zengin olsaydı, devlet dış borç almak zorunda kalmazdı. Peki: “Milletin ilerlemesi ne ile olur? Hiç şüphesiz ilim ve marifetle. Bugün ekin ekilecek olursa, bilenin ektiği ile bilmeyenin ektiği bir olur mu? Tabi, her şeyde erbabı aranır. Her şeyde böyledir. Bunun için ahalimizi, milletimizi her sanatta işinin erbâbı yapmak için ilim lâzım, marifet lâzımdır”.

İnsanları, ilim ve sanat yoluna sevk edebilecek kişiler olarak sözü ulemaya getirir. Bütün Müslümanların gözünün hocalarda olduğunu, her şeyin onlardan beklendiğini belirterek, bu vazifesini yerine getirmediklerinde onların tarih ve ilâhî adalet önünde sorumlu tutulacaklarını vurgular. Medresenin kapalı hücrelerinde yıllarca dirsek çürüten hocalar ve talebelerinin halktan kopuk oldukları gerçeğini dile getirir. Ders programlarının haddinden fazla teorik ve ağır olduğunu; müfredatın ıslahının şart olduğunu belirtir:

 Bu durumda: “Ne yapmalıyız? Evvela, ulema kendimizi bir yere toplamalıyız. Biz Müslümanların en büyük belamız aramıza düşen şu ayrılıktır. Eğer böyle bölünmüşlük üzere kalır, kalplerimizi bir yere bağlamayacak olursak, hiçbir vakit hayırlı hizmet edemeyeceğiz. Ulemamız kendilerini ıslah ederek bir araya toplanmalıdır. Cüzi bir mesele için ihtilaf ve nefret zuhur ederse sonra Diyanete kim hizmet eder?”. 

Abdürreşîd İbrahim’in konuşması içerisinde dinleyenleri en fazla etkileyen an, dönemin kanayan iç sorunu olarak Arnavut İsyanı’ndan bahsettiği anlardır. Konuşma metnini veren mecmua o kısmı aktarırken “herkes ağlıyordu” notunu düşerek aktarır. Müslüman Arnavutların isyanı, bütün Müslümanları hüzne boğmuştur:

Kavga içerisinde bulunan Arnavutlara karşı çıksak, kırk bin Arnavudu kırk hoca durdurur. Allah bize böyle bir nimet vermişken bugün mümin kardaşlarımızın kanlarını döktürmeli miyiz? Yâhu ne yapıyorsunuz, nedir bu nifak, dinin mahvına vesile olmak mı istersiniz? diye kırk elli yüz hoca oralara dökülelim. O saat teskin olur. Fakat ma teessüf, yüz bin kere teessüf, böyle bir yerde iki kelime söylemeye iktidarımız yok. Acaba Arnavutluk’tan ne haber gelecek? diye gözlerimiz yaşarmış bekler, dururuz. Kendi vazifemizi ifaya ne cesaretimiz var, ne iktidarımız. Sonra – dinin muhafızıyız- diye iftihar eder, dururuz”!

Ulemanın asli vazifesini yapmamaya devam etmemesi durumunda: “Yakinen bilinmelidir ki bu sarık gidecektir”  uyarısında bulunan Abdürreşîd İbrahim, konferansının sonlarına doğru gelmiştir. Aslında hocaların halkla iç içe olma fırsatlarının her zaman olduğunu, ancak bunun basit bir dilencilik şeklinde halktan ürün toplamak olarak görüldüğünü belirtir. Bahsettiği husus, medrese talebesinin üç aylık yaz tatilinde civar yerlere cer toplamaya gönderilmesidir. Halkın aydınlatılması için bu sürenin biraz daha uzatılarak bir fırsata dönüştürülmesi mümkün iken, şu ana dek bunun yapılmadığını üzülerek belirtiyor. Temiz, saf dini duygulara sahip köylü, medreselinin rahlesinden geçirilerek, bilinçli bir Müslüman haline getirilebilir. Tabi, bunun için öncelikle talebenin eğitilmesi, çevreye en iyi talebenin gönderilmesi gerekiyor.

Abdürreşid, sözü dünyaya yayılan misyonerlere getirir ve onların hayran olunacak sistemlerini anlatır. Misyonerler gittikleri yerlerin halkına başlarda yardımcı olurlar; ihtiyaçları olan şeyleri verip sorunlarını giderirler. Ancak ondan sonra onları dinlerine kazandırırlar. Oysa bizim medreselimiz, aslen Müslüman olan, aynı dili konuştuğu ahaliye bile yardım edemiyor; sadece dileniyor. Oysa asıl model, geçmişte atalarımızın yaptıkları büyük hizmetler ve eserlerdir. Şanlı ecdad, yüzlerce yıl önce dünyanın birçok yerine büyük eserler kazandırmıştır. Şimdi ulemanın yapması gereken bir şey de geçmişten ders çıkartmak; çıkartılan dersleri talebe ile halk ile paylaşmaktır. Tabi, bahsedilen bu husus sağlam bir tarih dersini kaçınılmaz kılacaktır. Ancak maalesef son dönem Osmanlı medreselerinde bu ders müfredatta bile yoktur.

Sonuç olarak Abdürreşîd İbrahim, neredeyse tamamı ilmiye hocalarından oluşan bu gruba, seyahatlerinde karşılaştığı ibretlik gözlemleri üzerine çeşitlemeler yapmış ve dinleyicinin ilgisini birkaç saat boyunca canlı tutmuştur. Konuşmanın sonunda dinleyiciler arasında bulunan ulemadan bir zat, bütün dinleyiciler adına ona teşekkür etmiştir. Böylece üç saat kadar süren bu konferans sona ermiştir.

Bir sonraki konuşma Cuma günü Bursa Ulucami’deki vaazdır. 29 Nisan 1910’da Bursa Ulucami’de Abdürreşid İbrahim Efendi, “Müslümanları İntibâha (uyanışa) Davet Hakkında” tarihî bir vaaz vermiştir. O gün camide beş bin kadar Müslüman hazır bulunmuş ve bu etkileyici vaazı dinlemiştir. 

DR.SALİH EROL