Liseli delikanlı son sınıfta performans ödevi niyetiyle verilmiş röportaj konusunu internet üzerinden izlerken sözlerini dinlediği profesörün bir cümlesine takılıp dalmıştı...

Titrek sesinin çatallaştığı, gözlerinin dolduğu, nefes alışının derinleştiği yaşlı adamın, bir anda yıllar öncesine gidip tüm ruhu ile hissettiği annesizliği anlatan kelimeleri ok gibi saplanmıştı yüreğine: "Annen yok, kimsen yok!"

Anneler Gününde birkaç defa aklına gelip gelip kaybolan bu kelimeyi birkaç kere telaffuz etmeye çalışsa da kendine sakladı. Profesör Doktor Doğan Cüceloğlu'nu dinliyordu. Röportajda sorular yazı ile ekrana yansıyor ardından profesör cevaplıyordu... Liseli genç, yeni bir kıta keşfediyormuşcasına daha önce kendince meçhul olan bir insanı tanıyordu. Bir performans ödevinin bu kadar tesir edebileceğini edebiyatçıdan duyumuştu şimdi de bizzat yaşıyordu. Büyüklerin dediği gibi niyet hayır akıbet hayır sözünü tecrübe ediyordu. Hayatının serencamını izlerken yer yer duygulandı. Henüz liseli çağlardayken bir profesör dinlemek hoşuna gitmişti.

11 çocuklu ailenin son numarası olup analığın elinde büyümek zordu. Babası "şair ruhlu olsa da iyi bir esnaf değildi" beyanından anlaşılan tahlilleri gücüydü. Çekingenlik, hayatının parlak renklerini bir ton matlaştıran bir haldi. Ankara'da abisinin evinde kendi tabağından yeme şerefine nail olana kadar, ortadaki tabaktan, kaşığının ucu ile yermiş, "acaba bir şey derler mi?" korkusuyla. Aynı his, girdap olup ayakkabısı yıprandığı halde söyleyemeyince boğuvermiş kendini. Ön adının İlk okulda Mehmet olduğunu öğrenmiş Doğan hoca...

"Bir saatlik röportaj videosunu izlerken not alabileceğiniz, pratik bir ödev olacak, çarçabuk biter" denilmesine rağmen gönlünde kopan fırtınaları durduramıyordu.

"Mühendis olup Silifke'deki gönlünü çelen kızla evlenmek varken öğretmeninin yönlendirmesiyle bölüm değiştirip iletişimci olarak üniversiteyi bitiren, İngilizceyi öğrenmekte zorlanan, Amerika'da doktora çalışan, olmayınca intihara niyetlenen, orada evlenip 25 yıl sonra ülkesine dönen" bu insan canlısı profesörü tanımak mutlu etmişti liseli genci.

Meslek hayatında böyle bir ödevi ilk kez verdiğini beyan eden edebiyatçı, videoyu izlemeye ve not almaya 30'ar puan, sınıfın karşısında anlatmaya (kameraya çekmeye de) 40 puan veriyordu. Arkadaşlarının karşısında anlatma heyecanını daha önce de yaşamıştı ama yine de heyecanlanıyordu.

Sadece kendisi değil diğerleri de aynı şeyi yaşıyordu ve edebiyatçı da bu durumun kendilerine büyük tecrübe kazandıracağını biliyordu. Ayrıca arkadaşlarının anlatacağı hayatlardan da çok tecrübeler edinebileceğini fark etmişti. Bu sebeple "bin ömrüm olsa binini da beyin cerrahı olarak kullanmaya razıyım" diyen Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın'ı tanımak, şair, yazar, psikiyatrist Kemal Sayar'ı bilmek, Mim Kemal Öke'yi, Yavuz Bülent Bakiler'i, Sinan Canan'ı, Teoman Duralı'yı, İnci Enginün'ü, Mimar Sinan Genim'i, Nurullah Genç'i dinlemek çok mükemmeldi.

Arkadaşlarının anlatıları da tabii mükemmeldi ama yaz tatilinde bir hobi haline getirecekti bu röportajları dinlemeyi. Onların sıkıntılarını, dertlerini, direnişlerini, mücadelelerini ve tecrübelerini hayat yolunun kestirmesi olarak görüyordu.

"Her insan, bir kainat" diye yazmak istiyordu her yere... Magazin programlarında milletin gözüne gözüne sokulan sporcuların, şarkıcıların, oyuncuların ötesinde bilim adamlarını öğrenmek daha anlamlı geliyordu. Liseli genç, öğrendiği bu muhteşem hayatları herkesin bilmesini istiyordu. İyi ve güzel örnekler toplumda ne kadar çok bilinirse etki alanı da genişleyecekti.

"Edebiyat öğretmenine ne kadar teşekkür etsem azdır" diye düşündü. Yepyeni hayatlarla tanıştırmıştı kendisini ve arkadaşlarını. O da aklını ihya eden ilim adamlarını, onların gayretlerini, tükenmek bilmez mücadelelerini karanlık dünyasına süzülen ışık parıltıları olarak gördü ve bunu paylaşmak istedi.

AHMET TAŞTAN