Başlamadan evvel "makinenin ne iş yaptığını" düşünelim bir zahmet. Kıyma makinesinden, çamaşır makinesine, oradan büyük fabrikaların dev makinelerine kadar, aklınıza ne geliyorsa bir an düşünelim. (Parantez içi bir not düşelim, ilçemizde sunta imal eden o fabrikalarda insan boyu çapındaki bir ağacı yaprak gibi incecik kesen makineler varmış)
Makine ne yapıyor değiştiriyor değil mi? Hammadde giriyor ürün çıkıyor. O haliyle kullanılmayacak şeyler kullanılacak hale geliyor. En sade anlatımıyla makinenin yaptığı bu olsa gerek. Makineler hayatınızı kolaylaştırıyor. Makineler hayatımızı konforize ediyor, zamandan kazanmamıza yarıyor. Hoş zamandan kazanıyoruz da ne yapıyoruz, ya bilgisayarın ya da televizyonun başında vakit öldürüyoruz. Kazandığımızı bilinçsizce harcamış oluyoruz.
Neyse meseleyi anladınız makineler değiştirip sunuyor.
Ya "hakikati değiştiren", "doğruyu dönüştüren" yalan sözleri ne yapacağız? "Söz" bir hammadde, onu telaffuz eden o dil bir hizmetkar. Bu işi havale eden beyin de bir yalan makinesi olur mu? Dürüst insanlar yalanın gölgesinden bile hazzetmezler iken hakikatini kaybetmiş zavallılar oraları mekan tutmuşlar.
Fıtratımız, doğruya ayarlanmış. Doğru söze, doğru davranışa ve doğru olan her şeye gönlümüz akıp gider. "Taşı gediğine koymak" gibi bir şeydir, "tencere kapak" gibidir. Fıtrat ve hakikat; biri fiştir diğeri priz sanki. Bir insanın üstüne oturmuş elbise gibi. Hakikat elbisesi fıtrat bedenine giydirilmiş sanki.
Peki, doğruların barınağı fıtratın, yalanı-yanlışı kabul etmesi mümkün müdür? İlkesel anlamda gönül rahatlığı ile söyleye bilirim ki -burada doğru kullanım- hayır. İfsat olmamış, kimyası bozulmamış fıtrat hakikate hasrettir.
İnsan niçin bile isteye yalana sahiplenir, neden bile isteye yalana sarılır? Yalandan ne umar, yalandan çıkarı nedir? Bunlar bilmiyorlar mı ki "yalancının mumu yatsıya kadar yanar?" Her günün sonunda bir karanlık basar ve yalanların ortaya çıkma zamanı gelir.
"(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır."(İbrahim Suresi; 22) diyen mel'un İblisin bu açıklaması ile peşinden giden onca insanın hayatını mahvetmiştir. Bu basit özür cümlesi, heba edilmiş bir ömrü geri getirir mi? Yalanın sonu perişanlıktır.
Yalan, doğruların karşısında bir savaşma metodudur. Başka bir çare yoktur, mutlaka yalan söylemesi veya doğruyu sulandırması gerekir. Doğruyu itiraf etmesi durduğu yerin terk etmesi ya da varlığını inkar etmesi anlamına gelecektir.
Doğru insanlar niçin yalanlarla bu kadar uğraşıyorlar? Doğruyu ifade etmek için bunca caba neden? Yalan, kendisini açık seçik belli ettikten sonra peşinden gidenler, yalan söyleyenle bir ve birlik olmuştur. Aynı yolun yolcusudurlar yani.
En kötüsü nedir bilir misiniz? Yalanın "doğru" gibi söylemesidir, "doğru" diye inanılmasıdır. Belki bu da mazur görülebilir bir noktada. Lakin "yalan olduğunu" bile bile toplumu kandırması şeytani bir tavırdır. Bunun sonu çok acı vericidir. Yanılmış ve aldatılmış insanın nefreti büyük olur.
Böyle kafalara, "doğru ne", "hakikat nedir" dersini sağlam vermek gerekir. Adamın gözü kör, sen renkleri ve şekilleri tarif ediyorsun. Anadan doğma köre bir de benzetmeler yapıyorsun ki anlasın? Zor işler bunlar zor...