Üç tarafı denizlerle, dört tarafı savaşlarla, içerisi hainlerle çevrili bir ülkede yaşıyoruz. Bu ateş çemberi içerisindeki insanlar olarak varlık içerisinde yaşıyoruz.

Varlık derken cennet misali sorunsuz ve eksiksiz bir hayatımız var demek istemedim, mevcut dünya ve bölge gerçekleri göz önüne alındığında - mevcut şartlar içerisinde, olabilecek en güzel şekilde yaşıyoruz demek istedim.

Tabiiki güzelin ve iyinin sınırı yok, daha güzeli olsun diye talep etmek, varolan eksikliklerden şikayetçi olmak en doğal hakkımız. Ancak, sorun şurda başlıyor.: Sadece eksikliklere odaklanıp, sadece sorunları görmek, sahip olduğumuz nimetleri yok saymamıza yol açar. Bu ise o nimetleri verene şükürsüzlük yapmaktır.

Ve de o nimetlerin bize ulaşmasına vesile olan devletimize, ailemize nankörlük yapmaktır. Şükürsüzlük ve nankörlük ise, elimizdeki nimetlerin elimizden alınmasına yol açar.

Şükürsüzlüğe ve nankörlüğe yol açan hastalıklar doyumsuzluk ve buna bağlı olarak gelişen tüketim çılgınlığıdır. Doyumsuz olanın doyması mümkün değildir. Yabancı bir düşünürün harika sözünde olduğu gibi ;" Dünyadaki açları doyurmak değil, asıl zor olan tokları doyurmaktır." Susadıkça tuzlu su içen kişi misali, sahip oldukça daha fazlasını isterler.

Sahip olduklarına değil, olamadıklarına odaklanır ; hep mızmız, hep ihtiraslı ve hep memnuniyetsiz olurlar. Hep kendinden iyi durumda olanlara bakan, kendinden kötü durumda olanları umursamayan bu insan tipi, kapitalizmin inşa ettiği vede kapitalizmin istediği insan tipidir. Çünkü bunların tüketim çılgınlığı kapitalizmi besler.

Tükettikçe onların şirketleri kazanır çünkü....Ayrıca, bu tiplerin doyumsuzluğu, bu tiplerin dinlere, devletlere, aile kurumuna karşı kullanılmalarını da sağlar. Böylece kapitalist felsefenin arzuladığı ve planladığı;

1_(!) : Dinlerin olmadığı,şeytani felsefenin dinleştirildiği...

2_(!) : Devletlerin parçalanıp sınırların ortadan kalktığı...

3_(!) :Aile düzenin aşındırılıp her türlü sapkınlığın normalleştirildiği,şeytani anlayışın egemen olduğu...

...Adınada "yeni dünya düzeni"(???) dedikleri ucubeyi gerçekleştirmektir. Şirketleriyle, kontrollerindeki devletlerle, büyük oranda hükmettikleri medyalarıyla, sahibi oldukları terör örgütleriyle, kurdukları sözde sivil toplum örgütleriyle, sinema sektörüyle, vs.hep bu plan doğrultusunda hareket etmektedirler.

1980-89 arası İran-Irak savaşı, 1990'da SSCB'nin dağılması, 1991 1.Körfez savaşı, 1992-95 Bosna Savaşı hep bizim etrafımızdaki ateşlerdi.

90'larda terörle esir alınan, hergün bombaların patladığı, ekonomik krizlerle eli kolu bağlanan, % 170'lere varan enflasyonla boğuşan, hemen her konuda batılı ülkelere muhtaç olup onlarla egemneliğini paylaşan ülke bizim ülkemizdi.

Tüm bunların yanısıra kendi vatandaşını tehdit gören anlayışla 19997 darbesinin olduğu, 2001 kriziyle tamamen IMF'ye mahkum olan, deprem için yirt dışından yollanan paralar olmasa memur maaşını ödeyemeyecek olan ülke bizim ülkemizdi.

2001 Afganistan, 2004 Irak işgalleriyle, 2008 Gürcistan savaşı, 90'lardan beri gelen Karabağ sorunu bizim etrafımızdaki ateşlerdi. 2014 Kırım'ın işgaliyle başlayan ve şu anda süren Rusya-Ukrayna çatışması bizim etrafımızdaki ateş. 2 yıldır salgın şartlarındaki dünyada bize de ateş düştü.

Ülke içindede darbe girişimleri, Gezi isyanı, MİT tırları ihaneti, Dolar operasyonları, 15 Temmuz işgal girişimi, PKK eliyle ülkeyi bölmek için yapılan Çukur isyanları, verilen binlerce şehit...

Tüm bunları biz yaşad8k ve yaşıyoruz. Mevcut şartlara göre değerlendirilir olaylar. Bu mevcut şartlarda, her 6 saniyede bir çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada; Suriye'de, Ukrayna'da ve pek çok yerde binlerce çocuğun öldüğü bu dünyada; Dimdik ayakta olan bir devletimiz olduğu, çocuklarımıza sarılabildiğimiz,onmilyonlarca göçmenden biri olmadığımız, sağlıktan eğitime kadar her imkanımız olduğu için,fiyatları artsada her gıdaya ulaşabildiğimiz için de mi şükretmek gerekmez en azından? Yoksa biz de, "toklardan" oldukta doymuyor muyoruz?