"Altı yıldır kırk yaşındayım" diyen adam, yazılarını karalarken ardında bir asırlık ihtiyar babası "Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber" diye tesbih tanelerini düşürüyordu. Nice zamandır yaşını başını almış bu ihtiyarı anlatmak için fırsat kolluyordu.

Neden anlatma ihtiyacı duyuyordu, tam olarak kestiremiyordu bunu. Evinde bir hasta ile yaşayan, bir yaşlı ile yaşayan insanları düşünmek ve onların halinden haberdar etmek istiyordu bekli de. Gerçi bir olayın, bir eşyanın asla tek taraflı açıklamaları yoktur. "Çevredeki her şeye farklı pencerelerden bakılabilir, bakılmalıdır zaten" diye düşünürdü kırkını aşmış adam.

İlk anda, kendi tarafından olaylara bakanlar, diğer yorumları duyduğunda hafif bir mahcubiyet hissederler ve "ben hiç bu açıdan bakmamıştım, kusuruma bakmayın" gibi sözler dökülür dudaklardan.

Neyse, bu asırlık çınarın gözleri dumanlanmıştı. Artık her adımda yanında elinden tutacak birini arıyordu. Bir rehber olmadan hareket etmesi de mümkün değildi. Oturduğunda beyaz taneli tesbihi, kalktığında gürgen ağacından yapılmış bastonu eksik olmazdı. Bundan yirmi yıl önce rahmetli olmuş yol arkadaşına/felç inmiş eşine on yıl hizmet etmiş bu yaşlı adam "ne hallere kaldık ya Hu" der, elinden tutan eli takip ederdi.

Bazen de "gülme komşuna, gelir başına" nakaratı ile başlar cümleye, gençliğinde köyde birini kınadığı aklına gelir ve kendi haline hayıflanırdı.

Yokluk içinde yetiştiği için malı kıymetliydi. Üç kuruşu ziyan etmezdi. Ne zaman zikreden tesbih tanelerini elinden bıraksa, sırtından hiç çıkarmadığı ceketinin iç cebine uzanır, titrek elleriyle beyaz bezle sıkıca sarmaladığı "bir lira"ları sayardı.

Bazı hikayelerdeki zenginlerin parasını çokça saydığı gibi değildi onunkisi. Çok tamahkar olduğu için de değildi. Vakit başka türlü geçmiyordu yatağa bağlı, bir oda içinde hapis misali yaşayan bu ihtiyar için.

Sağ tarafına uzanınca çocukluğunda yani 1930'larda ezberlediği manileri tekrarlardı. Bazen odadaki eşyaların isimlerini söylerdi tek tek. Böyle çalışmalarla aklının sağlığını korumaya çalıştığı bilmezdi herkes.

Merak edenler olur "uzun yaşama"nın sırrını. "Ne yer, ne içersin, nerelerde yaşarsın, ne yaparsın..." gibi sorular savrulur meraklı dillerden. Her yaşlının bir sırrı vardır yaşadıklarından öğrendiği. Her sabah aç karnına şunu yerim, akşam sekiz-dokuzdan sonra mideme su bile girmez, asla sigara kullanmam vb. cümleler sıralanır durur. Fakat bu odanın içindeki ihtiyarın çok farklı bir sırrı vardı.

"Ayağını sıcak tut, başını serin

Kendine bir iş bul, düşünme derin"

Kendi dünyasını kendi içinde kurmuş bir ihtiyar adam. Dört yıldır evinden -nadir haller dışında- dışarıya çıkmayan ancak zihninin derinliklerinde çocukluğunu geçirdiği yüce dağ başlarını, köyünü, yaylasını zikrederek yaşayan bir çınar. Kırkını aşmış adam bazen "insan hatıra biriktirmeli" derdi babasının bu hallerini gördükçe. Anımsadıkça mutlu olabileceği böyle kalıcı hatıraları olmalıydı yaşlılığında.

Aslında çok şey öğrenmişti; küçüklüğünde çobanlık yapmış, okuma yazması olmayan bu saf yürekli Anadolu insanından. Yetimliği yaşamış biri olarak, başlarından ayrılmadan dört kardeşi büyüten annesine karşı hürmet dolu sözlerinin bahası yoktu. "Beş kuruşa çobanlık yapacaktım, üç kuruşa indirdim, onunda alamadım" deyip babasızlığın acısını anlatırdı muhabbetin demlendiği vakitlerde.

İşte geniş gölgeli bu çınarın dibinde otururken okumuştu elindeki dergiyi kırkını aşmış adam. Tüm bildikleriniz tarih olacak sloganıyla yola çıkan "Derin Tarih" isimli derginin "Mayıs 2017" sayısını. Yakın tarihe olan ilgisinin düzeyi bilinen bu adam, bir magazin bilgisi değerindeki "Latife Hanım'ın 91 yıldır gizlenen mektubu"nu "tarihe düşen bomba" nitelemesiyle gözler önüne süren dergiyi okudu, okudu, okudu.

Ardında, nefes alıp veren bir tarih; önünde, dergi sayfalarında çarşaf çarşaf açılmış gizli tarih. Adam kendini "tarihte yürüyen" birine benzetti. Lakin her tarihi bilgiyi de sorgulamadan kabullenmeyi kendine yasak etmiş kırkını aşmış bu adam, bu yeni bilgileri paylaşacağı bir erbab-ı ilim arıyordu kendisine.