"Külli nefsin zaikat'ül-mevt" buyuruyor Cenab-ı Allah. "Her nefis ölümü tadacaktır." Ve biliyoruz ki ölümün lezzeti yoktur. "En masum ölüm biçimi bile sivrisineğin ısırması kadar acı verir" diye tarif edilen şehitlerin ölümüdür. Tecrübeyle sabit diyebileceğimiz bir mesele değildir bu. Öyle buyrulduğu için kabul eder, tebessümle Yüce Yaradan'a kavuşmak isteriz. Son nefes, vücudu terk ederken bedenin ikamet edeceği mekan göz önüne gelirmiş.

İçimizdeki ölüm acısını ya da ölüm acısının yoğunluğunu, hayatı bitiren bu büyük eylemin sahibi ile aramızdaki münasebet belirliyor. Kimlerin ölüm haberini aldığımda yüreğimin yandığını hissettim. Acılarımı tazelemek adına düşünüyorum. Kişisel hayat yolculuğumda maziye doğru hayal/hatıra perdesini aralarken belki siz okuyucularım da kendi düş aleminde bu yolculuğa çıkacaklar. Şimdiden sizden özür dilerim acılarınızı tazeleyip üzdüğüm için. Zira muhabbet ederken konu konuyu açar; bir o, bir sen derken, acı tatlı hatıralar canlanır. Vefat yıldönümlerinde ya da vakti gelip de andığımız büyüklerimizin, sevdiklerimizin küllenmiş acıları yel yemiş kor gibi tazelenir. Bir an için şunu da fark ederiz ki artık onların ölümlü hali kabullenilmiştir. Küller savrulsa da beliren ateş koru da yakıcılığını yitirmiştir.

Sonra gün olur, devran döner. Günlerden bir gün, çok sevdiğiniz bir dost, bir canan hayatımızın semasından kayıp gider. İşte onun acısı daha bir taze ve yakıcıdır. Düşer orta yerine yüreğinizin. Dağlayıverir ne varsa. Hayatın sonu olan ölümün bileti ecel isimli bir cellat tarafından kesilir. Bir hayata son verirken soğuk bir makine vicdansızlığı gibi çalışır kolları, sadece verilen işi yapar o.

Dünya sürgününden terhis olup da ebedi aleme göç edenlerden kimler yüreğimizi sarsmıştır, diye düşünürken karalıyorum bu satırları. Sabah namazı vaktinde koronavirüs vesilesiyle hayatımızdan ayrılan genç kardeşimiz Muhammed Taha Kaygusuz'un vefat haberi... Hastalığa yakalandığında içimize düşen ateşin alevleri sarmıştı gönlümüzü. Gençtir, başarır, kurtulur diye ümitleniyorduk. Taha'nın hastalığından haber veren kardeşlerden sorduk ahvalini zaman zaman. Çıkmayan candan ümit kesilmez kaidesi gereği endişeli bekleyiş sürdü gitti.

Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli ama mazide inşa etmiş olduğumuz samimi dostluk, her vakit yüzümüzde, gönlümüzde sıcak bir muhabbeti anımsatıyordu.

Bir taraftan yine endişeliydik diyorum çünkü bir ay önce aynı illetten Erdin Akyol kardeşimizi de uğurlamıştık dar-ı bekaya. Her akşam Sağlık Bakanlığı'nın yayınlamış olduğu tabloda dikkatimizin odaklandığı nokta vefat eden sayısıydı. Artık bu dünyadan göç edenler, tablolarda yazılan rakamlardan ibaret oluveriyordu. Üç hanelilerden iki haneli sayılara düştüğünde de tatlı bir ümit oluşuveriyordu içimizde. Ardından her bir rakamın bir can olduğunu, ecel şerbetini içenlerin yakınlarını düşündükçe derin bir acı kol geziyor yüreğimizin dört bir tarafında.

İnsan olmaklamızdan kaynaklanıyor taşıdığımız acılar. Tuzu fazla kaçmış bir yemeğin lezzeti gibi hayatında tadı birden kaçıveriyor. Dualar dökülüyor dilimizden, gönlümüzü ferahlatacak "Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz" ayetini terennüm ediyoruz mırıldanırcasına. Hakikaten bu fani dünyada insanı teselli eden en büyük ilaç "Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz" sözüdür. Çünkü ruhumuzun ebedilik vasfı ebedi olan Rabbimizin anlamı ile buluşuyor. Bizi bu dünyaya geçici bir süreliğine gönderdi O. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in buyurduğu gibi "bu dünya hayatı, yolculuk sırasında bir ağacın gölgesinde oturup dinlenmek gibidir.

Ne çok eğleniyoruz bu gölgelikte. Ne çok işimiz oluyor, ne çok seviyoruz, ne çok nefret ediyoruz!... Piknik yaptıktan sonra orada bırakılmış çerçöp gibi kalacak onca şeye gönlümüzü ne çok kaptırıyoruz!? "Ne kadar çok seversen sev, bir gün ayrılacaksın; ne kadar çok yaşarsan yaşa bir gün öleceksin."

Belki de beni çok sarsan ölüm haberleri gözümden yağmurları yağdıranlardır. Büyük yaşanmışlıkların birlikteliği son bulduğu içindir belki de bu kocaman hüzün. Hangi ölüme neden çok üzüldüğümü düşünüyorum da bir türlü toparlayamıyorum. Zamanında Çeçenlerin lideri mücahit Cevher Dudayev ve Şamil Baseyev'in şehadetlerine çok üzülmüştüm. Ardından yetişmemizde büyük emeği olan rahmetli Yusuf ağabeyimizin Çanakkale gezisi dönüşündeki kazada vefatı ciğerimizin ortasında volkan gibi patlamıştı. Birlikteydik, beraberdik güzel bir yolculuğun korkunç çığlığıyla uyanıverdik. Sonra Mısır'ın Rabia meydanlarında şehit düşen onca insanın temsilcisi Biltaci'nin on altı yaşındaki kızı Esma'nın ardından ağladık Cumhurbaşkanı ile beraber. Sonra Gazze'ye giden Mavi Marmara'ya yükledik gönlümüzü. Akdeniz sularında şehit düşen Furkan'ın ardından ağladık.

Ben, on yıl, acılar çeken felçli annemin vefatında, bir asra yakın ömür süren babamın vefatında bile ağlamadım.

Nedense genç arkadaşlarımın vefatı, dava insanlarının göçüp gitmesi, bizi daha çok sarsıyor. Lakin göklerden gelen bir emir teslimiyetimize rehber oluyor

ve diyoruz ki "külli nefsin zaikatü'l-mevt/Her nefis ölümü tadacaktır" ve ardından "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" ondan geldik ona döneceğiz.