En yakınında azim bir hata, büyük bir kusur gördü genç adam. Gidip kusur sahibinin yüzüne "pat" diye söylemek istedi. Ancak yapamadı. Zamanı değildi belki. Nefse şevk veren bir hatanın, ezberlenmiş birkaç kelime üzerinden söylenmesi kalıcı olmayabilirdi.

Genç adamın aklına "bal yeme" hikayesi gelmişti. Bu hikayeyi yıllar önce okuduğunda neden bu kadar beklendiğini anlayamamıştı. Şimdi sahip olduğu pedagojik bilgisi düzeyinden baktığında "ne hakikatli bir davranışmış" diye geçirdi içinden.

Zamanın en büyük alimine getirmişti çocuğunu bir köylü. Hastalığını söyledi ve bunun sebebinin de "çokça bal yemesi" olduğunu belirtti. Büyük alim "gidiniz, kırk gün sonra geliniz" demiş ve başından savmıştı. Ancak insanların hürmet ettiği bu büyük imamım sözüne itiraz da etmemişti. Onca yolu gerisingeriye dönüp köye vardılar.

Günler birbirini kovaladı. Sayılı gün dediğin nedir ki çabucak geçer, geçti de... Uzun yollar aşıldı ve büyük alimin huzurunda şifalı sözlere kulak kabartıldı. Alim çok bal yemekten helak olmuş çocuğa "oğlum, bir daha bal yeme!" deyiverdi.

Babası "be hocam, kırk gün bu söz için mi bekledik. Daha önce geldiğimizde söyleseydin ya!" diye serzenişte bulununca büyük alim, işin hakikatini söyledi; "Siz geldiğinizde ben daha yeni bal yemiştim. O halde iken çocuğa "bal yeme" demenin bir anlamı yoktu. Rabbimiz buyurmuyor mu? Ey müminler yapmadığınız şeyleri için söylüyorsunuz. Yapmadığınız şeyleri söylemek Allah katından büyük günahtır."

Genç adam bir hatadan vazgeçirmenin ince ve kalıcı yolunu öğrenmişti bu hikayeden. Kişiyi bir kusurdan men etmenin yolu kendisinin de o kusurdan beri/uzak olmasını gerektiriyordu ki doğru olmak bunu gerektirirdi. Sözün tesirini artırmak bu kadar zor ve zahmetliydi. Nefsini yenmeden, o kusurlardan bazılarını terk etmeden söyleyivermesi çok kalıcı olamayacaktı.

Genç adam, öteden beri "sosyal sorumluluk" diye telaffuz ettiği "emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker" prensibini uygulamaya çalışırdı. "İyiliği emretmek ve kötülüklerden men etmek" prensibine namaz kadar değer verilse, toplumdaki kusurlara bu kadar göz yumulmasa, bana dokunmayan yılan bin yaşasın gafleti olmasa daha temiz ve duyarlı bir millet olurduk, diye düşünürdü.

"Ama benim bir kez dememde değişmez ki" itirazını duyardı bu konuyu açtığında. "İnsanlar kendine "karışılmasını" istemez, neden ben müdahale edeyim ki" diyenlere kocaman sözleri vardı genç adamın. Hatta peygamber (as) hayatını "bilmek" değil bir tık üstü "anlamak" isteyenlerin yapacağı en değerli iş, toplumda yanlış yapanları en tatlı ve en uygun kelimelerle uyarmaktı ona göre.

Sabah akşam namaz kılarak, tespih çekerek, misvak kullanarak (vb.) yeterli düzeyde anlaşılmazdı Peygamberler. Onların asli vazifesi toplumun en yaygın kötülüklerine "dur" diyebilecek yürek taşımalarıydı. Onlar hakikaten cesur birer kahramandılar. Şairin dediği gibi "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak" dediği bir haldi onların yaşadığı.

"Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez" (Rad Suresi,11. ayet) sosyal prensibi gereği derinden, dipten-kökten bir değişim yapmak gerekiyordu. Bu işin büyük harfi kendi nefsimiz. Kendi nefsini ıslah etmeyenler sözlerinin tesirini beklemesinler.

Kendi ellerinden o günahın kanları damlarken başkalarına "ellerini yıka" demesinler. Kendi gözlerinde o günahın silik soluk izleri silinmemişken başkalarına göz kapaklarının hikmetinden bahsetmesinler. Kendi ayakları o yolun yolcusu iken başkalarına ayaklarına bulaşmış pislikleri göstermesinler.

"Ne zormuş uyarmak" diye düşündü genç adam. Aslında uyarmak zor değildi. Sözün tesirini artırmak ve kalıcı kılmak isteyenler için işin hakikati böyleydi. Temiz insanlarla birlikte oldu mu insan değişiyor. Sohbet nasihat dinledikçe kendini arındırıyordu. İnsan doğmak ve insanca temiz bir hayat sürmek, batıl düşüncelerin ve şehvetvari hareketlerin yaygın olduğu zamanlarda ne kadar da kıymetliydi.

Adam sözünün tesirini ve menzilini ayarlamak için günlerce düşünürken geç kalmış olmaktan da çok korkuyordu.