Kırk yıldan fazla oluyor. İstanbul Bebek'teki evinin balkonunda güneşleniyordu. Bir ara uyku bastırdı, gözlerini açtığında midesi bulanıyordu. Güneş çarpması sonucu beyin kanaması geçirmişti. Anında hastaneye yetiştirdiler ama, kurtaramadılar, üç gün sonra, 16 Haziran 1979'da hayata veda etti. O sırada tam 50 yaşındaydı... Ne ilginçtir ki vefatından bir kaç ay önce tamamladığı son filminin adı, "Ölüm Benimdir" olmuştu...

O Türk sinemasının gerçek kralıydı... Yaşasaydı şu sıralarda 90 yaşını kutlayacaktı...İzmir'de gözlerini dünyaya açtı, Karataş semtinde. Tam Karataş Ortaokulu'nun karşısındaki iki katlı, cumbalı Rum evinde yaşayan, Selanik'ten İzmir'e göç etmiş, Ermeni asıllı "Işıyan Ailesi"nin altı çocuğunun en küçüğüydü... Babası ayakkabı ustasıydı. Ailede "tekne kazıntısı" idi ama babasının Veysel Çıkmazı'ndaki dükkanına her gün sefertasıyla kar-kuş demeden yemek götürürdü...

Evin direği genç yaşta ölünce, "Işıyan Ailesi" İstanbul'a taşınmaya karar verdi. Herkes evin en küçüğünün üstüne titriyordu. Sonuna kadar okuttular. Resim sanatında çok yetenekliydi, Güzel Sanatlar Akademisi'nin "yüksek resim" bölümünden mezun oldu...

Para kazanmak için her işe "varım" dedi. İstanbul Darphanesi'nde ressam olarak çalıştı. Dergilerin ısmarladığı renkli illüstrasyonlara imza attı. Hatta Paşabahçe Fabrikası'nda "kırık şişe koordinatörlüğü" bile yaptı...Çok yakışıklı bir genç adam olmuştu. O sırada takvimler, 1950'li yılları eskitmeye başlamıştı. Yıldız Dergisi, "Artist Yarışması" açmıştı. Akademideki arkadaşları onu Hollywood'un ölümsüz aktörü Clark Gable'a benzetiyordu. Bastırdılar, "Kafadan kazanırsın" dediler ve nitekim kazandı. Kızlarda ise, birincilik tacını Belgin Doruk taktı...

Hemen kamera karşısına geçti. Doğuştan yetenekliydi. Üçüncü filmi "Kanun Namına" ile zirveye oturdu...Bir daha da "kral koltuğu"nu bırakmadı... Şöhret herkesin başını döndürdüğü gibi, ona da olmayacak bir şey yaptırdı: Kendini o kadar beğeniyordu ki, şansını Hollywood'da denemeye kalktı... Dünya çapında bir aktör olmak istiyordu. Yakışıklıydı, yetenekliydi ama, İngilizce bilmiyordu. Sekiz ay sonra geri döndü. Hüsrana uğramıştı, Yine de şansı yaver gidiyordu. ABD'den döner dönmez gişe rekorları kıran "Küçük Hanımefendi" serisine başladı. Belgin Doruk'la muhteşem ikili oldular. Seyirci onları birbirine çok yakıştırıyordu..

Yeşilçam'da mert, tuttuğunu koparan, bıçkın mahalle delikanlısı karakterine hayat vererek 26 yıl boyunca 200 filmde oynadı. Bu filmlerin tamamında adı, afişlerin en tepesine yazıldı. Bir kez olsun "ikinci adam" rolü oynamadı...Kısacık yaşamı boyunca ne magazin gazetelerine malzeme oldu ne de çapkınlıkta, kaçamakta adı anıldı. Onun lügatında "skandal" kelimesi hiç olmadı. Evden sete, setten eve bir hayat yaşadı. Tek kusuru vardı, eli pek sıkıydı. Kendisi için "cimri" diyenlere, "Para kolay kazanılmıyor" diye karşılık verirdi...

Yeşilçam'ın çırpındığı günlerde, diğer starlar gibi o da "şarkıcı" modasına uydu! Aslında, sesinin iyi olmadığını o da iyi biliyordu, ama sahnede inanılmaz bir karizmatik duruşu vardı. Haklı olarak, filmlerden beslendiği alkışların devam etmesini istiyordu. Münir Nurettin Selçuk'tan şan dersi aldı. Ve ilk kez İzmir Fuarı'nda Zeki Müren'in alt kadrosunda sahneye çıktı. Zeki Müren, baktı seste sıkıntı var, sinemanın ünlü aktörüne ağır şarkılar yerine İstanbul türkülerinden oluşan repertuar hazırladı ve durumu kurtardı...

Siyasetle hiç ilgilenmedi ama, Türk sinemasının geleceğinden endişeliydi. Projelerini anlatmak için, vefat ettiği yıl, Başbakan Süleyman Demirel'den randevu istedi. "Baba", ünlü aktörü hiç bekletmedi. Demirel'in yanında dönemin Kültür Bakanı Barlas Küntay vardı. O ziyaretten sonra yakışıklı sanatçı için şöyle demişti: "Çok etkileyici bir adam... Böylesine milliyetçi bir artist az bulunur... Onu dinlerken kendimden geçtim..."

Okuduklarınız, Türk sinemasında hala yeri doldurulamayan, "Taçsız Kral" lakaplı, aktör, yapımcı, yönetmen, senarist, ses sanatçısı ve ressam Ayhan Işık'ın hikayesidir..