Birinci Gün

Bir fotoğraf karesinde mekanı dondurup yanımızda taşımaktan öte bir kalıcılık sağlamak maksadıyla karalıyorum bu satırları.

Deklanşöre sıkça basmak niyetinde değilim. Neredeyse prensip kararı alacağım. Vakti ve mekanı hissederek yaşamak istiyorum. Ilıktan biraz düşük bir ılıman hava ve tüylerimizi okşayan tatlı meltem rüzgarları... Pırıl pırıl bir görüntü tablosudur karşımızda duran. Ancak "ülkemizden daha az gelişmiş buraları" diyoruz.

Bir Osmanlı şehrine doğru yol alıyoruz. Yemyeşil bir coğrafyanın içinde akıyoruz. İnegöl'ümüzün muhtarları ve Sivil Toplum Kurumlarının başkanları ve bize eşlik eden basın mensubu dostlarla beraberiz.

Saatler önce uzun bekleyişlerin sonunda rötar yapan uçak sarsılarak Sarayova havalimanına iniyor. Uçağın dar ve sıkıcı koridorlarından, az önce bahsi geçen atmosfere bırakıyoruz kendimizi.

BOSNA'NIN BAŞKENTİ SARAYOVA

Bosna'nın başkenti Sarayova: Saray+ova Atalarımızın, fetihten sonra korumak maksadıyla yaptığı kale ve burçlar saray gibiymiş. Yanında uzanan yemyeşil zümrüt misali bir ova... İşte Sarayova.

Etraftaki güzellikleri daha iyi görebilmek için midenize takviye gerekli idi. Hava alanlarındaki pahalılıkla uçaktaki ikramsızlık bizim şekerimizi düşürdü. Tadımız kaçtı anlayacağınız.

BOSNA LİDERİ; ALİYE İZZET BEGOVİÇ

Hotelden sonra ilk ziyaretgahımız: en doğrusu, en mantıklısı ve en vefalısı olması gerektiğinden Aliya İzzet Begoviç'in kabri oldu.

"Beni, atalarımın ve askerlerimin arasından ayırmayın" vasiyeti üzerine defnedilmiş bu ebedi istirahatgahına. Yolun öbür tarafında Osmanlı kabristanı, etrafında Bosna için savaşmış şehitler. Türbe yok Aliya'nın üstünde. Gökyüzü yağmurlarına kucak almış bir avuç toprak.

Rehberimiz, onun yani Aliya'nın güzel veciz sözlerinden bazılarını söylerken mücadele dolu hayatından sahneler açtı gözlerimizin önünde. Gözlerimde bir hareketlilik bir hareketlilik... Hızlı hızlı çırpınan bir kuş kafesinde duramıyordu.

Hiçbir cenazede bir kürek toprak atamayan ellerin sahibi, bir deklanşöre basamıyor veya basmak istemiyordu. Duymak, anlamak ve anlamlandırmak gereken bir zaman ve mekandaydık.

"Avrupa'nın ortasında 20. yy. da beklenmeyen bir zulüm, bu canilik Hz. Adem'den beri hiçbir değişime uğramamış.

Vay sana Ey Kabil, Veyl olsun sana Dökülen bütün masum kanlardan sana da bir hisse yazılıyor, bilesin.

Selami Yurdan isimli Bursa'mızın Turan köyü nüfusuna kayıtlı şehidimizin kabrini henüz göremedik. Hisli, dolu, hüzünlü adımlarla şehitlikten iniyoruz Başçarşıya... Eski Osmanlı yapısı olan bu binalar, giyinmeyi bilmeyenler tarafından ziyaret ediliyor.

"Avrupa'nın Kudüs'üdür burası, dönün bir geriye bakın" demişti genç rehber. Şehitliğin içinde Aliya'nın kabrinden başımızı çevirip aşağılara bakarken o ses: "Kiliseler, sinagoglar ve camiler hepsi bir arada. Üç halk, üç din, üç kültürün bir arada yaşadığı bir zamanın ortasındayız.

Ama biz bu mekanın zalimler tarafından cehenneme dönüştürüldüğünü de gördük, izledik ve okuduk.

Yol boyunca bilgi çağlayanı gibiydi genç rehber Serkan'ın dudakları. Tarih bölümünde yüksek lisans yapması bilgilerinin yüzeyselliğini yok ediyor. Tarih, kültür, siyaset karışımı hoş sohbetin tadını artırıyordu.

Çevredeki komünizmin yaptığı 25 metrekarelik kibrit kutusu gibi kale görünümlü binalar. Bu binalarda geleceği pek düşünmeyen, geleceğe yatırım yapmak istemeyen bir halk barınıyor belki de. Mermi ve top atışlarından yara almış o gazi binalar.

LEZİZ BOŞNAK YEMEKLERİ

Başçarşı'nın en leziz yemeklerini (Boşnak böreğini) hafif müzik eşliğinde mideye götürdüğümüz an...

Genellikle hamur çalışılıyor. Garsonluk yapan genç bayanın gözlerine fazlaca sürülmüş boyalar dikkatten kaçmıyor. Müslüman bir ustanın maharetli elleriyle hazırlanmış karma Boşnak böreğini köfteye tercih ediyorum.

Bosna'nın filanca bölgesinden evleneceksin, oranın kızları..." diye başlayan cümleyi dinlemiştim bir üniversiteli gençten. Gözler, sarışınlık, güzellik dikkat çekerken duvarların ardında kalan ve bizi bu ortamdan hem Anadolu'nun bir ilene hem de cennet bahçelerine açılan camilerin kapısından geçiyoruz içeriye.

YERYÜZÜNDE BİR CENNET

Güllerle süslenmiş bir bahçe ve atalarımızın, yüzyıllar öncesinden bize emanet bıraktıkları zeminlerde yere gömülüyor alınlar.

Havada esen serin meltemlere benzer seslerden Kur'an-ı Kerim dinlediğimizi unutmadan zikretmeliyim.

"Kaime" alıyoruz geçer akçemiz olsun deyu. Dilenciler dönüyor etrafımızda Mevlevi misal. Üzülüyoruz ve avuçlarına bıraktıklarımızla vazifeyi yapmanın tadına vardığımızı hissediyoruz.

Kaldığımız hotelden gördüğüm ve farklı kültürlere ait milletlerden şimdilik bahsetmek istemiyorum. Erkenden dinç bir biçimde uyanıp kahvaltı sonrası pis derenin kıyısından yürüyüş ve hotel kıyısını da kontrol ettikten sonra karalıyorum tüm bu satırları....

AHMET TAŞTAN- BOSNA HERSEK-10.06.2013

(Yarın devam edecek)

.