Dizikolik bir millet olduk sanırım. Bunca televizyon kanalı, onca dizi ve bir o kadar da senaryo. Bu senaryo değdiniz metin bir kader çizgisi gibidir. Orada ne yazıyorsa onu oynuyorlar artistler. Yönetmen ne buyuruyorsa onu icra ediyorlar. Kendi iradeleri yok diyemeyiz. Olabilir yapabiliriz, ne demek, rol icabı değil mi?
İşaret edeceğimiz bir çok noktadan sadece birini ele almak istiyorum. Çok yönlü bir eseri yerden yere vurmak eşletiri adabına da uygun değil, eleştirmenliğe de yakışmaz diye düşünürüm her zaman.
Biraz geriden alalım müsaadenizle… Batı tarzı edebiyatımızın başlangıcı olan Tanzimat dönemi edebiyatı romanlarının kusurları arasında sayılan iyiler hep iyi, kötüler hep kötü maddesi gerçek hayatı yansıtmaz. Ancak romanların sonunda yanlış ilişkiler, yasak aşklar adeta cezalandırılır. Kahramanlarımız bir şekilde ölür. Okuyucular o duygu ve düşünceleri okurlar ancak mutlu son ile bitmez. Zira toplum bunu kaldıracak bir ahlaki kokuşmuşluğu içine sindirememektedir.
Yüz yıl önceki Müslüman Türk toplumundan bahsediyoruz. Hem Batılı tarz, hem roman, hem de yasaklar sonuç bundan başkası olamazdı, desek bile kötüyü görmüş ve duymuş oluyoruz.
Şimdi asıl konuya geçelim.
Babasına karşı olan sevgisi ve sahiplenişi ile dikkatimi çeken bir dizi var; Karadayı. Yüz küsur bölümü deviren dizinin senaryo yazarlarını tebrik etmek lazım. Tilkiler aynı ormanda dolaşıyorlar ve kuyrukları nadiren birbirine değiyor.
Faride Hakimin hamile olduğunun belli olduğu bölümde çok kızdım. Gerçi bir çok böyle noktalar vardı. Kardeşinin yanlış ilişkilerine kızarlar, tepki koyarlar ancak kendileri bunu yaptıklarında bir şey yokmuş gibi devam ederler. Hakiki aşık kendileri ya, diğerlerinkine tepkili olmaları normal gibi geliyor bizlere.
Ahlaksızlığı başroldeki yapınca normal olarak mı algılanmalı. “Ama çok seviyor” lafıyla mı kapatacağız bir terbiyesizliği. O tür yanlış ilişkiler ne kadar da çoğaldı. İtiraz etmeye mecalimiz kalmadı. Şimdi farklı bir adım geliştiriliyor. Veled-i zina olacak bir çocuğun varlığına başroldeki seviniyor diye seyredenler de hoş görmek gibi bir hataya düşüyor.
“Aşk günahı” ibaresini duyunda bir derste “altını çizin” demiştim öğrencilerime. Bir günahın cazibesine dik duracak kuvvetli iman kimde var acaba? Kimler Yusuf (as) soyludur acaba? Çağın ya da nefsinin Züleyha’larının meşruiyet dışı taleplerine dur diyecek. İman sevgiyi de aşkı da hizaya çekmelidir bence. İnsanın, Rabbine karşı beslediğin yüce sevgi imanı aşkında olması gerekmez mi?
Ancak günümüzde bir özgürlük vurgusunun ardına gizlenmiş dikkat çekme derdi her vakit toplumun ahlaki sınırlarını ihlal ediyor. Ahlaki kuralları basitleştiren, ciddiyetini azaltan her ifadeye sitemim var. “Sözün tamamı insana söylenmezmiş” ibaresi ne kadar da ince bir anlayışın uzantısı değil mi? İnsan eşref-i mahlukat olarak yaratılmış bünye olarak. Neden nefsininesiri oluyor da esfel-i safiline (sefillerin en sefili) yuvarlanmak için bunca gayret içine giriyor.
İşte, bunun adı cazibedir. Nefsin hoşlandığı şeylerdir bu günahlar.
Fiş ve piriz arasındaki bağlantı gibi her şey birbirine uyumlu. Kimse üçlü prize ikili fiş takmaya çalışmaz değil mi? Günahın cazibesi ve nefsimizin arzuları ve bunu giderecek imkan… üçlü bir araya geldi mi gerisi zaten aşk günahı ya da Kitabın ifadesiyle zina.
“Zinaya yaklaşmayın” ilahi uyarısını göz ardı edip mutluluk iksiri içmeye çalına bu nesil çığlıklarla dolu bir kıyamet sabahına uyanırsa nice olur halimiz?