Sallan yavrum yüzün neşe dağıtıyor, sallandıkça gönlün heyecanla dolup taşıyor, babacığın da gelmiş bize bakıyor, sallan yavrum yüzün neşe dağıtıyor.

Adının Zehra olduğunu öğrendiğim miniğin kahkahaları fon müziği edasıyla eşlik ediyordu annesinin bu mırıltılarına. Hayat sorumluluklarının teğet geçtiği bu yavruların mutluluk karelerinin fotoğraf makineleridir salıncaklar.

Salıncaklar... Kiminin ona binebilmek kimininse üstünden inmemek uğruna ağladıkları bu ev sahipleri, sonunda tüm misafirlerini tebessümle ağırlar kucaklarında. Tıpkı o gün sarmaladıkları Zehra gibi...

Zehra... Henüz 2,5 yaşındaydı. Gözleri Van gölü saçları Urartu güneşi... Havanın serinliğine inat toprağa tutunabilen 2 çilek tanesiydi yanakları. Erek Dağı'nın heybetine meydan okuyordu kahkahaları. Sevinç kelimesinin somut bir karşılığıydı sanki bakışları. Öyle mutlu öyle heyecanlı...

Kim sevmez ki böylesine küçücük bir alanda bu kadar çok neşe vadedebilen efsane icatları? Hareketleri bazen yavaş bazen hızlı... Bir ileri bir geri... Ellerini kaldırsan bulutları kucaklayacakmışsın gibi.

Salıncaklar... Böylesine sallanmayı kim sevmez ki? Ya ikizi? Ona ne demeli? Kimsenin 23 Ekim 2011 tarihinde diyemediği gibi hani.

Parktaki kahkahalar inletirken göğü, yerse bir anda kabarttı göğsünü. Kabarttı da derin nefesleri takip etti bu hamleyi gürültülü gürültülü.

Kahkahalar, günlük telaşlar, tartışmalar, ağlayışlar, haykırışlar, hepsi sus pus oldu bir anda. Bir korku hikayesi okunuyordu şimdi bu duygularda. İnsanlar hikayenin başrol oyuncusu. Hepsinin teni soluk, gözleri buğulu, sesi boğuktu. Kim çalmıştı yeryüzünün kapısını böylesine davetsiz böylesine hızlı hızlı?

Hiç beklenmeyen misafirin adını kendi adını bilmediğim bir kaderdaşım haykırdı. Depreeemm...

Saat 13.40 sularıydı. Kimi işte kimi hastanede ama pazar günü olduğu için neyse ki çoğu evindeydi. Mekan ayrı iken yaşanılan korku aynı. Herkesin yüzündeki maske dehşet suratlı.

Çığlıklar, ağlayışlar, Allah-u ekber nidaları ayrı ağızlardan birbirine karıştı. Benim gibi şanslı olup da bu korkunç ebelemeceden kaçabilenlerse sokaktaydı. Herkes çaresiz, şaşkın bir halde kalakalmıştı.

Yeraltı salıncağı yine sallandı, bu kez daha usul usul daha sakin ama belli ki pusudaydı. Gün boyu bilmem kaç kere sallandı. Dev ekranda korku filmi izliyordum sanki, izliyordum da çıkamıyordum bir türlü salondan. Sonuna kadar oturmalısın diyordu kader biletimi kesen film sahibi. Kalakalmıştık toz bulutlarının, enkazların arasında. Çare olabilecekken yaralara, yaşadığım şokla bu denli çaresiz kalabilmek bambaşka...

Öğrencilerim... Ne yapmışlardır acaba? Peki ne yapıyorlardır şu anda? Cevabını bulamadığım bir tren vagonu tıngır mıngır dolaşıyor zihnimin raylarında. Yekta isimli öğrencimi gördüm uzaktan o anda. Koştum hemen yanına, "iyi misin" diye sordum ama kendimin bile inanmadığı bu suale cevap almak ayrı bir muamma.

Nitekim o da başını sağlayabildi sadece sağa sola. Gözleri doluyken yaşlarla, kalbi bedeninin dışından bile duyulabilecek kadar hızlı atıyordu adımlarını. O atıyordu da biz duruyorduk işte. Bazen duruyor bazen sallanıyorduk olduğumuz yerde.

Yekta... 5-A sınıfının sesi en güzel öğrencisiydi. Favori şarkısı ise "Gül Güzeli" idi. "Eğer bir masal perisi girerse rüyalarına, öldü dersin gül güzeli, tılsımını kaybetti."

Annesinin en sık dinlediği şarkıymış. O da duya duya farkına bile varmadan hafızasına kazımış. Bu denli güzel şarkıları yanık sesiyle seslendiren Yekta'nın sesini duyabilmek o gün bir hayli zor oldu.

23 yaşımda ben korkmuşken bir hayli, onun kuş yüreği nasıl olmazdı korkulu, hisli... Zar zor alabildim ağzından bir iki cümle.

Diğer 3 kardeşi ile birlikte parkta oynuyormuş o az önceki kabus dolu anlarda. Babası alışverişte annesi ile küçük kız kardeşi ise evde. "İşteee!" dedi bana parmağını uzatarak yolun sonundaki beton yığını gösterirken. Orasıydı benim evim.

Gördüğüm manzarayı ne olurdu hiç görmeseydim. Koca bir enkaz, altında bir yerlerde annesi ve kız kardeşi... Ne halde oldukları ise şüpheli. "Zehra!" diye sayıklarken, "o, karanlıktan çok korkar, orası da karanlıktır değil mi öğretmenim?" diye sorduğu anda asıl tüm karanlıklar o zaman çöktü benim dünyama.

Kendimi bile teselli edemezken bu soru karşısında, teselli edemedim işte bana çaresizce bakan Yekta'yı. Ara sıra kesikli kesikli sürdürebildiğimiz sohbetimizi gözyaşlarımız devraldı. Sonrası bahsettiğim sahneden çok da farklı olmayan bir bekleyiş.

Haykırasım geliyordu akreple yelkovana,"bu ne biçim bir ilerleyiş!" Sanki dondular, kaldılar. Onlar ilerlemiş tabii ki de duran benim bedenimin saatiymiş. Tam 2 gün geçmiş.

Bazen sokakta, bazen komşu arabalarında, bazen büyük mahalle çadırlarında... Kulaklarım hep Yekta'nın anne ve kız kardeşinden gelecek haberde. Meğer ben tanıyormuşum Yekta'nın annesini ve kız kardeşini.

Zehra...Parkta görmüştüm onu. Gözleri Van gölü saçları Urartu güneşi... Sevinç kelimesinin somut bir karşılığıydı bakışları. Öylesine mutlu öylesine heyecanlı... Bu kez çıt çıkmıyor küçük bedeninden.

Meğer ölüm daha çok sevmiş onu, onun salıncağı sevdiğinden. Sallayarak götürmek istemiş onu bu misafirhaneden. Koridorda en sevdiği annesine koşarken, yolcu yolunda gerek deyip kucaklamış Zehra'yı.

Bu haberden sonra küstüm ben Van'a. Tek armağanı Yekta oldu bana. Hala görüşüyoruz onunla. Telefonda bazen yine mırıldanır Gül Güzeli'ni, bir o kadar sessiz ama içli içli.

Osmangazi Üniversitesi'nde çocuk hastalıkları bölümünde tıp okuyor kendisi. Kurtarabilmek umudu ile küçük bedenli dev yürekleri.

Zehra'yı değil ama Yekta'nın sımsıkı tutuyorum o günden beri ellerinden. Çünkü ilk yılki öğretmenlik hayatımda öğretmenler gününe bir ay kala hayat bana çok önemli bir ders verdi.

"Günü bile planlayamazken sadece o anı yaşa!" O günden beri de hep anı yaşamaya çalışırım öğrencilerimle, çocuklarımla.

Bir masal perisi girmeden rüyalarımıza ve öldü demeden Gül güzelinin varlığına.

DİDEM YÜCEL

İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ