Bir ikindi güneşinin parlaklığının altında oturmuş oldukları masanın etrafında usta-çırak duygularına bürünmüş iki insandı onlar. İmam Hatipli genç, yazdığı yeni şiirin kelimelerini edebiyat hocasının süzgecinden geçirecekti.
Minare gölgesini büyük kubbenin kıyısından ta caddeye kadar uzattığı bu vakitlerde derslerini bitirmiş hocalar yan masada bir iki kelimenin belini kırıyordu. İşinden çıkmış yorgun gençler de masanın ortasına rast gele fırlatılmış sigara paketlerinden birer tane çekip maharetli parmaklarıyla ağızlarına götürüyor efkarla içlerine çekiyor ve dertlerini havaya üflüyorlardı.
Genç; "hocam geçen oturuşumuzda bahsettiğiniz konulara dikkat ederek yazdım bu şiiri" derken çekingen ses tonuna eşlik eden mahcup bir hareketle uzattı küçük kağıt parçasını.
Bu tür yazarlık çalışmaları yaparken eserleri sahiplerinin sesinden dinlemeyi seven kır saçlı usta bu sefer kendi içinden okumaya başladı. Şiir yazmıyordu ama şiirsellik nedir bilirdi kır saçlı bunca yılın tecrübelisi olarak.
"Ayrılıkla yıkanmış, titreyen hasretimle
Göklerin ıssız siperlerindeyiz."
İki vaktinin serinliğini hafifçe esen rüzgarın tenine temas edişinde hissederken okuduğu iki satırdaki derinliği fark etmişti. Şiirin kelimeleri onun neden etkilediğini bildi adam. Gelecek vaat eden bir kalem sahibiyle aynı masada oturup şiir incelemeleri yapmak ne güzeldi.
"-Ahmet abi üç çay, bir su..."
"-Bizim masaya da beş çay, biri açık olsun..." gibi seslenmelerinin dışında haddini aşmayan sesler, asma dalları arasından, yukarıya, oradan çamların iğne yapraklarını sıyırıp semalardaki mekanına uçarken şiir ikliminde yol alıyordu ufak bir kağıdın başına eğilmiş usta ve çırak.
Kelimeler alışılmadık bir biçimde yan yana geldiğinde ruhları coşturacak anlam patlamalarına vesile oluyordu. İki bardak çayın dumanı gün batımını haber veren ışıklarla oynaşırken mest olan ruhlar masanın etrafındakilerle ilgiyi kesmişti. Kelimelerin birer kalıp, birer biçim, birer şekil olduğunu bilip bağrında sakladığı anlam hazineleriyle gönül iklimini bereketlendirmesini seviyordu her ikisi de.
"Ayrılıkla yıkanmış olmak" yani her yandan, her yönden ayrılığa duçar olmuş birisinin hali. Hani yıkanırken toplu iğne ucu kadar kuru yer kalmamalıydı ya işte öyle. Anadan ayrılık, maldan mülkten ayrılık... Yalnızlığın evreninde başıboş bir dönüş...
Şimdi bir şiirin hikayesini yazmalı. Hangi olayla şairin gönül dünyasını titretmiş ve titreyen ellerden hasrete dönüşmüş bilinmez. Bu mana ancak şairin karnındadır. Öyle olmuş varsayıp yürünecektir ileriye. Öyle bir noktaya gelinecek ki hayal ile gerçek birbirine denk düşmüş olacak orada.
Fiziki dünyanın baskısından sıkılan latif ruhlar, rahatlamak için şiirin o muazzam diyarında gönlü ferahlatacak bir gölgelik bulacaktır nasılsa. Usta, şiiri içinden okumuştur. Çırak kusurlarını saf bir gönülle dinlemeye almıştı kendisini.
Tüm tecrübesiyle yükleniyordu usta kelimelerin niceliği üzerinden. Söz oyunları, edebi sanatları, çarpıcı benzetmeleri, toplumun algısı, gelene- modern zamanları, nazım birimini, biçimini, vurgusunu durmadan anlatıyordu.
Lakin en çok hoşuna giden şey karşısındaki delikanlıdaki yazma isteğinin yoğunluydu. Dolmuş da kabından taşacak gibi hazır bekleyişi, her uyarıyı titizce not alışına bayılıyordu.
Akşam vaktinin geldiğinden haber veren her bir alamet zuhur edince içilen çayların, edilen muhabbetin tadı "unutulmazlar" arasına kaydediliyordu.
"Hikayemi tartışıyor, vazife bekçileri"
"Yalnızlıkla dövülmüş isli ellerimde" dizelerinin ardından altını çizerek beğendiği
"Sinesi, paslı mürekkeple örtülü bu diyarda
Ne su var ne de gül -tozlu sözlerden başka-" dizelerini okumuştu kır saçlı usta. Tadında kesmek gerektiğini de bilseler de bitmesin istenen şiir dolu dakikalar çabuk geçmişti. Minareden yükselen büyük kelimelerin derin ve kutsi anlamının gereğini yapmak için masadan kalktılar bir başka şiir demlerinde görüşmeyi umarak.