Kutsal mesleğin neferlerinden biri olarak memleket evlatlarının başarısı yolunda gayret edenlerden biriydim. Elimde kitabım, liseli yıllarda Arapça dersimize girmiş olan Hikmet Şahin'in ismini taşıyan Kültürpark içinde seri adımlarla yürüyüş yapıyor görünürken kitabımı da okuyordum. Selahattin Eyyubiyle Kudüs'ün fethine gidilen zamanlardaydım.

Genellikle sabah namazından sonra yapmış olduğum bu yürüyüş seansları o gün için biraz gecikmiş, ikindi öncesi atılan iki turun ardından arabama doğru yönelmiştim ki görmekten asla memnun olmadığım bir görüntüyle muhatap oldu gözlerim.

Kültürparkta vakit geçirmek isteyenlerin her an görebileceği bir takım harika manzaralar mevcuttur. İsmini bile bilemediğim ağaçların yanından yöresinden geçerken sararmış yaprakların muazzam hüzün verici görüntüsüne takılırdı gözlerim. Hışırtı musikisinin nağmeleri de hüzün bestesinin notlarına dokunurdu. Kitabın heyecanı sarmışken tüm zihnimi bakışlarım dalıverdi cennet misali çevrenin güzelliğine.

Eserimiz olacak yeni nesilleri yetiştirme duygusu, sosyal sorumluluk yükünü de hissettirirdi bir anda.

Sırt çantalarından anladığım kadarıyla dershaneden çıkıp eve gitmesi gereken iki genç, bir çam ağacının altında sarmaş dolaş...

Hiç eğip bükmeden söyleyeyim; genç kızı erkek arkadaşının kucağında yatarken görünce yaklaştım, yaklaştım... Onlara çok yakın sayılacak bir mesafeden bir dizi film izler gibi izledim günahı(!) Daha başka nasıl müdahale edebilirim diye de düşündüm onca zaman.

Sessizce, rahatsız rahatsız edici bakışlarla böyle yapmamaları gerektiğini, burası toplumsal bir ortam olduğunu, ailelerin bulunduğunu, yakınlarda ufak çocukların oynadığını anlatmak istedim... "Birimizin özgürlüğü, diğerinin özgürlüğünün başladığı yerde biter" klasik aldatmacasının ötesinde, sorumluluk sahibi insan olmalarını, ahlaklı gençler olmalarını ve yaptıklarının da ahlaki olmadığını anlatmak istedim sessizce... Bakışlarım bir ok misali ya da bir lazer ışını gibi rahatsız etsin istedim ki düzeltsinler, toparlarsınlar, efendice iki arkadaş gibi konuşsunlar... Tabiat güzel, ortam mükemmel ama onlar başka duyguların esiri gibiydiler... Düşündüm ki anne babası, bunları evde bekliyor ama onlar adına "aşk' koydukları "şehvetinin' rüzgarında "kimse bize karışamaz?" sanıyorlar.

Aslında böyle durumlarda gençlere acımıyor değilim. Onlara; Müslüman olduklarını, iman sahibi olduklarını ve günahlardan sakınmak gerekliliklerini, "şeytanın insan için apaçık bir düşman olduğunu", tövbe- istiğfar etmeleri gerektiğini anlatmak isterim. Lakin televizyon dizilerinin bir sahnesi çekiliyormuşcasına verdikleri pozlar, canımızı sıkmaktaydı. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in sözüne ittiba ederek"Kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; gücü yetmezse, diliyle değiştirsin... Buna da gücü yetmezse o da imanın en zayıf derecesidir" prensibinin gereğini yapmalıydım. Bir günah, yapanı ve o günaha engel olmayanı da bağlar. Bir günaha engel olma çabanız varsa o zaman bir mazeretiniz olur Allah'a... Ben uyarımı yaptım. Derseniz ki çevrede o kadar yanlış yapan gençlere böyle uyarmak başlangıçta ona karşı uyarı yapmayan herkesi etkileyecektir Ayıplama, kınama, görmezden gelme ile bu sorumluluktan kurtulacaklarını sananlar, kitabın yazdığına göre, bu mümkün değil... Yeni nesil yetiştirecek öğretmenler olarak, öğrencilerimizin kalbine dokunamadığımızı fark ediyoruz. İnanç dünyalarına giremediğimizi, toplumumuzun geleneksel ahlak kurallarıyla ikna edemeyecegimizin farkında olmamız gerekiyor.

Bu ahlaksızlık çukurundan kurtulmalıyız. Milletler ahlakı ile, edebi ile, nesillerini daha sağlam yetiştirebilirler. Sağlam yeni nesillerin yetişmesi için belli kuralların asla vazgeçilmez olması da gerekiyor.

Her şeyi görevlilerden beklemek yerine en uygun lisan ne ise o şekilde uyarma gayretinde olmak gerekiyor. Gençler duygularının esiri olmuş olabilir ama büyükler daha tecrübeli ve akıllı bir şekilde, tatlı dille, iyi niyetle uyarılarını yapmalılar.

Gençleri rahatsız ettiğimi biliyorum. Kimse kimseye karışmadı, kimse kimseye bir söz söylemedi, kavga olmadı ama maksat hasıl oldu.

Onları yola vurduktan sonra yüz elli adım gitmeden bir çardak altında başka birileri daha vardı. Kimse kimseye karışmıyordu herkes bir başkasının yaptığı kötülüğe "neme lazım" diyordu. Özgürlük yanlış anlaşıldı. Edep-ahlak irtifa kaybetmekte... Bense yürüyerek kitap okumakdayım Selahattin Eyyubi ile Kudüs'ü fethetmeye hazırlanıyorum.