Adam, günlerdir haberleri takip ediyordu. Ne büyük bir "tehlike" anlattığının sınırlarını görmeye çalışıyordu. Milletin bağımsızlığı için "naçiz bedenini" siper eden o kahramanlara acımaktan ziyade gıptayla bakıyordu. "Vatan için bir bacak ne ki, biz oraya canımızı vermeye gittik" diyen o güzel ses kutlanmaya değer bulmuştu ve duygu dolu ifadeler döküldü dudaklarından.
Elli yıldır ilmek ilmek örülmüş bir örgütün, hayırlı niyeti olmadığı gibi akıbeti de hayır olmadı. Bu örgütün zavallılarını inandırmışlardı: "Bir gün ayağa kalkacağız tam kalkacağız" sözlerini hatırladı. Bu küçük beyinli adamlara, dar yürekli insanlara, satır aralarında sokuşturmuşlardı bu inançları. Yola çıkanlar İslam adına, din adına yola çıkmış sanıyorlardı kendilerini. Sohbetlerini, okumalarını ve bunca kaliteli (!) eğitimlerini hep bir kalkışa, bir çıkışa ayarlamışlardı.
Nereden bilebilirlerdi böyle yıllardır beklenen bir çıkış, milletlin camisinde sabah ezanı okuyan bir cumhurbaşkanına karşı yapacağını. "Köpek gibi pişman olmak" denilen o ruh halini yaşayacağının canım feda senin yoluna dediklerini "bir vicdansızdan" emriyle olacağını nerden bilebilirlerdi. Gerçi inanmış ve bağlanmış hatta diğer Müslümanlara karşı kör sağır ve dilsiz hale gelmişlerdi.
Milletin meclisine, milletin evine, Allah'ın evine bomba atacak kadar vicdanı kazınmış insan müsveddeleri kalktılar ama şapa oturdular. Yıllarca orduda görev yapıp şahadetin kapısı önünde bekle bekle de ihanetin koynunda gözlerini aç. Ne zavallı mahluklarmış ki çukurlaşmış ciğerlerine bunu kabul ettirmişlerdi.
Adam, her gece meydanlarda beklerken düşünüyordu bunları.
Kürsülerde, darbeye en ağır darbeyi yapan millete hayran oluyordu. Sağında solunda gördüğü herkese sevgi besliyordu. Fakat o hainler aklına geldikçe de;
Bu kocaman aldatılmışlık ne ağır gelmiştir az zehirlenmiş gönüllere. Sonra da böyle aldatılmış yaşayan cehennemlikleri düşündü. Ahireti, cennet ve cehennemi inkar eden insanların karşısına cehennem getirilir ve "işte bu inkar ettiğinizdir" dediğinde o inkarcıların çöken omuzlarından yuvarlanan pişmanlıklarını hatırladı... Bunlarınkine denk gelir mi bilemedi ama çağrışımı yakalamıştı.
Sonra adam, düşünceleri üzerinde yürümeye devam etti. Birlikte derse girdikleri, aynı okulda çalıştığı ve aynı mesleği paylaştığı insanların eline silah verilse ve "vurun" dense vururlar mı? Düşündü, düşündü ve sormak istedi eşine dostu. "Hakikaten vururlar mı?" Daha düne kadar bu soruya çok saçma, nereden çıkarıyorsun bunları diyecekken şimdi insanların verdiği cevaplarından ürküyordu. Çünkü ihanetin içinde büyüyen ve bu ihaneti, sohbetleriyle büyüdüğü insanlara asla yakıştıramıyorlardı.
Lakin aleyhinde onca bilgi, belge ve delile rağmen saf gönüller inanmış, özür dilerim, kilitleniş bir gönül, basireti bağlanmış bir akılla yaşayanlar nasıl ikna olsundu. Hayatını, biz ve onlar diye ikiye bölüp "hep onlar suçludur" ve her zaman "onlar uyduruyorlar" diye telkinleri yiyen beyinlerle karşı karşıya olduğunu düşündü, meydanlarda "Türkiye'm" türküsünü dinleyen adam.
Ancak yüreğinde onlara ait bir acıma hissini fark ediyor ve onların halini anlamaya çalışan damar pıt pıt atıyordu. "Oh olsun, binlerce kere oh olsun" deyip elini göğsünden aşağıya kaydırmadı. İnsan bir günah işlediğinde nasıl ki yüreğini yakan bir pişmanlık yaşarsa o pişmanlığı yaşamalıydılar bu saflarda. Yürekleri yakan, başını duvardan duvara vurduran bir pişmanlıkla tövbe üstüne tövbe etmeliydiler. Bu toprakların insanına, bu necip millete silah doğrultacak kadar aklını kiralayan bu zavallılara hatırlatmak lazım. Atalar ne demiş "niyet hayır akıbet hayır.
Yatsı vakti geldi. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Kırk elli yılın yatsı vakti (15 Temmuz 2016) gelmişti. Artık yalanın çelik kabuğu çatladı. Şimdi aydınlık günlerdeyiz. Bana, ona karşı bir şeyler olabilir ama bir millet şehit verdikçe bastığı toprağı kendine vatan eyler... Meydanlardaki görevine devam eden adam kıyam vakti olduğunun bilinciyle yaşadığı günleri kayda aldı.