Mevlana şiirleri okuma serüveninin belki de on beşinci senesiydi. Her 17 Aralık yaklaştığında aşk sultanı Mevlana'nın şiirlerini sevgili öğrencileriyle okurdu. Yıllar önce seçmiş olduğu o fikir, duygu dolu şiirleri her sene başka öğrencileriyle icra ederdi.

Bu sene imanlı gençlerden oluşan bir grupla okuyacaktı şiirleri okulunun çok amaçlı salonunda. Provalardan da anladığına göre çok güzel okuyanlar ağırlıktaydı. Sahneye çıkacak gençlerin heyecanları yanaklarından belli oluyordu. Her biri domates kızarıklığıyla ateş gibi sıcacıktı. "Hocam, çok heyecanlıyım. Hocam, şu bölümde biraz karıştırıyorum. Hocam, bu kıyafet olur mu? Hocam, sahnede nerede duracağız" gibi anlamlı anlamsız nice cümle telaş içinde koşuşturan edebiyatçının dudaklarından dökülen bir iki kelime ile cevabını buluyordu.

Ekrandaki sunuda "Dinle neyden bak neler anlatmakta" dizesiyle başlayan ve Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin kendi elleriyle yazdığı 18 beyitlik dizelerinden bazılarını okudundu.

Şeb-i Arus düğün gecesi başladı. Sevgiliye kavuşmanın adı şeb-i arus. Sevgiliye onun sözleriyle hitap etmek gerekirdi. Bu sebeple sevgilinin katında hatırı sayılır İslam büyüklerinin ruhu için Kur'an-ı Kerim tilavetiyle açıldı.

Sonra ışınlar söndü, karanlılar içinde bir delikanlı belirdi. Gönüllerin sükun bulduğu bir nağmeler eşliğinde başladı delikanlı;

"Bugün Ahmet benim, ama dünkü Ahmet değil.
Bugün Anka benim,
Ama yemle beslenen kuşcağız değil."

Sesi titredi bir an her şeyi unuttu. Sonra gözlerini kaydırdı ekrandaki görüntülerden hatırladı şiirini.

İşte sararttı seni, bir gümüş bedenlinin özlemi.

Altın haline geldin artık, Sen altına aşıksın,
Altın benim rengime aşık.

Bu dizelere bayılıyordu genç. En çok bu satırlardan etkilenmişti. Mevlana'nın "sen" dediği sıradan bir insan, dünya meşgalesinden başını kaldıramayan ve sadece karın tokluğuna tokmak sallayan ham bir insan. Sokaktaki bir adam gibi yaşayıp öylece ölecek biridir ancak ruh terbiyesinden geçtikten sonra artık değerli olacaktır.

O vakit altın haline gelecektir. İnsanın altın gibi gelmesi çil çil altınları bile kıskandırır. "Altın benim rengime aşık" Nasıl bir makamdı orası.

Şiir bitti, ışıklar söndü, ekranda seslendiren yazısı kaymaya başladı. Salondan büyük bir alkış tufanı koptu.

Sonra bir diğeri sonra öbürü, derken şiirler tasavvuf musikisiyle renklendiriliyordu. Okulun üç genç kız neyzenleriyle ancak bir parça üfleyebiliyorlardı. "Şol cennetin ırmakları/ Akar Allah deyü deyü...

Sonra sözü kır saçlı öğretmen aldı. Birbiri ardına sıraladı Mevlana hikayelerini. Çok sevdiği bu hikayeleriyle vurucu anlamlar yakalamıştı. Hele o idrar birikintisi üzerindeki saman çöpüne konan sineğin haykırışı... İnsanoğlunun görüş darlığını anlatan en güzellerinden biriydi. Ne demiş o küçük aklıyla idrar birikintisi üzerindeki saman çöpüne konan sinek; "İşte derya, işte kalyon, işte kaptan..."

Bir de anasını öldüren delikanlının hikayesi, şaşı çırağın hikayesi, nasihat isteyen papağanın hikayesi. Bitmez tükenmez bu derin anlamlar, gönülleri sardıkça bir nebze başka oluyordu insan.

Sema gösterisinden önce, son şiiri dinleyenler kendinden geçti adeta. Başında simsiyah bir örtü ve üzerinde boyunca turuncu bir kıyafetine sesinin ve gönlünün güzelliğine eklenince genç kızı dinleyenler mest oldu. Bu ne güzel koku böyle,
Bu ne güzel koku.
Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
...

Boş yere arama, şarap testisini sen.
Koklama onun ağzını sen boş yere.
Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu;
Dostum, onu sen kendin gibi belleme.

Terennümün müziğe ve görüntülere uygun içten bir icra edilince her şey bir bambaşka oldu. Mevlana ve Şems, Mevlana ve Ney, Mevlana ve Aşk kelimelerinin büyülediği bir şiir programının ardından sema gösterimi gönülleri gönülsüz kıldı.

Ne kadar ihtiyaç var çağın insan-ı kamillerini bulmaya ve onlara bende olmaya. Düşünce yıllardır Mevlana şiirleri okuyan öğretmen, ne kadar da çok muhtacız Allah adamlarına.