"Utanıyorum, dedi ve önüne baktı, boyun büktü."

Buna benzer bir ifadeyi bembeyaz kağıdın ilk satırı olarak yazmıştı yazarlık çalıştıran adam. Tek tek dağıttı altına bir şeyler yazmakla sorumlu öğrencilerine bembeyaz kağıdı.

Ancak, yazamıyorum diye itiraz eden bu gençlere bir şeyler söyleyip fikirler geliştirmek de gerekiyordu ki derin bir muhabbet ortamına gerek duyuldu.

Sürprizi olan bir oturum olacaktı galiba. İçlerinden birisi geçenlerde yaşanan bir yazı yazmıştı galiba. Bir defterden yırtılmış ve dörde katlanmış kağıdı, sırt çantasındaki defterin arasından çıkardı narin parmaklarıyla evire çevire açtı ve o hafta içinde bulundukları hali kısa veciz bir şeklide anlatmıştı. Olayı, olay karşısındaki duygu ve düşüncelerini, gözlemlediği insanların tavırlarının ve bı tavırların ardındaki düşünceleri, çevrenin ve zamanın unsurlarını kendince en ince ayrıntısına kadar yazmıştı.

"İlahi bakış acısıyla yazıyordu ama her şeyi bilmesi gerekmezdi" cümlesi beytü'l-cümle yani en güzel cümle seçildi. Biliyorlardı ki her cümle aynı kalitede olmazdı. Ancak o kaliteli cümleyi yazmak için uğraş vermek gerekiyordu.

Yazarlık öğreten adam kendi derin tecrübesinden aktarıyordu bu bilgileri. Bazen bir köşe yazısında hiç ummadığı kadar güzel bir cümle dökülürdü kaleminden. Mesela dedi ve son yazılarının birinden örnek verdi.

"Kitabın değeri ederi değildir." Vecize gibi bir söz idi. Afişlere layık idi ve hatta atasözü diye söylense yeriydi ona göre. Konuya döndü. "Böyle güzel cümleler için insan yazmaz mı? Çok uzatmamayım ama insanın ruhundaki ölümsüzlük duygusunu tatmin eden bir damar var bu yazma işinde. Zira bu kara topraktan gelen bedenimiz yine yuvasına dönecek ama şu ruh denen muammadan insanların dillinde bir cümle kalsın ister insanoğlu."

Sonra kağıtlara döndüler. "Bu utanmanın kaynağı nedir?" dedi. Hangi ortamlarda ve hangi olaylar sonrasında utanıyoruz. Yalanımız ortaya çıktığında utanır mıyız? Mesela. Evet, ise hem utanan hem da yalan söyleyen mi oluyoruz? Biri erdemli biri erdemsiz davranıştır bu.

Ancak utanmışlığından "utandırılan" gençlerimiz var "Aaaa, sen utanıyor musunuz?" gibi cümlelerle insanın içindeki utanma duygusuyla alay eden densizler var. Bunu ya bilerek yaparlar ya da onun temiz ve ahlaklı oluşundan rahatsızlık duyarlar da kendileri gibi olmasını isterler. Utanmasının temellerini bilemeyenler bu tuzağa kapılırlar zamanla utanmamaya da başlarlar. Yani utandığı davranışlarının artık utanılacak şeyler olmadığına kanaat getirir ve biri daha erdemden yoksun bırakılır çağın rüzgarına kapılarak.

Zaman zaman "ne var bunda herkes böyle yapıyor" diyerek ayıp bir şeyi normalleşmesine kapı aralarlar. Batının negatif alanda en büyük başarısı sayılabilir; "Bir tavırda, bir düşüncede hatta bir hissediş de "utanılır bir hali" övünç haline dönüştürmesi.

"Utanıyor olmak" insanın kendine yakışmayanın icra etme halidir. İşte bu ölçülerin hepsi "kendi" kelimesinde gizlidir. O kimdir, nasıl yetişmiştir ve Rahman onun hamurunu nasıl yoğurmuştur? Bunu utananın dinamikleri belirler. Söz vermiştir de tutamamıştır, yüzü olmaz dostuna bakmaya, utanır.

"Burnunu göstermekten utanırdı sütninem

Kız kardeşimin gösterdiği kefen bezine mahrem" dizelerinin sahibi Üstad Necip Fazıl güzel bir örnek vermiş bize.

Böyle diyen şair nesiller arasındaki utanma sınırlarını ne kadar da görünür kılmıştır.

Utanmanın kaynağı vicdandır, yaratılıştır. Yanlış yapmaya engeldir. Ruhun saf tepkisidir, utanma, dedi yazarlık öğreten adam. Birbirine benzer onlarca cümle okulun bahçesindeki çardakta yazmaya gayret gösteren gençlerin gönüllerine aktı.