Delikanlı âşık değildi ya da kendini öyle sanıyordu. Her fırsatta fidan boylusunu gördüğü çınar ağaçlarının gölgesinde geziniyordu. Aylar önce onu dershaneden dönerken tam burada görmüştü ya, her zaman orada göreceğini sanırdı. Fidan boylu orada yoktu belki ama delikanlı, her seferinde oradan geçtiğini hayal edebiliyordu. Sonra gözlerini sımsıkı kapatıyor bekliyor, bekliyor ve ardından buğulu bir çift camın yanından şebnemler damlıyordu.
Delikanlı iş çıkışı, yolunu sevdasının mahallesindeki camiye düşürürdü. Kaçamak bakışlarla, kıblesine yönelmiş bir mümin edasıyla gözlerini dikerdi balkonlara. Mahcup yeşil gözleri, bal renkli sevgi dolu gözler ile karışlaşma hevesi içinde çırpınırdı. Günler sonra fark etti ki cami kıblesinin kıblesinde sevdasının baba ocağı yer alıyordu. Acaba bu, yani gözlerinin önünde bir perdenin açılışı ve gönlünün heyecanla çırpınışı sevinçten mi endişeden miydi? Kıbleye yönelme niyetinin arkasına, önüne, yanına yamacına başka niyetler koymamakla emrolunmuş bir kalbe o kadar muhtaçken.
Mevla’ya açılan eller Leyla’yı talep edebilirdi ancak birinin yerine ötekini inşa etmeye izinli değildi. Ne eller onun için kalkardı ne de diller böyle bir zilleti telaffuz edebilirdi. İş çıkışı takıldığı bu huzur dolu mekanda “kalpler Allah’ı andıkça mutmain olur” sırrına ermeye çalışıyordu. İki sevgiliyi derinden hissedebileceği bu mübarek yerde sadece mesut olmak istiyordu.
Mavi bisikletin pedallarını çevirdikçe beyninin ortasında dalgalanan düşüncelerden kurtulmak istiyordu. Buna aşk demek istemiyordu. Olsa olsa ulaşamadığı bir hedefin titrettiği bir hareketlenme olabilirdi. Delikanlı vaktin erken olduğunu biliyor ve isteklerinin önünde dimdik durmak istiyordu. Kendine yenilmekten korkuyordu. Aşkı yakıştıramıyordu kendisine. Seyrettiği filmlerde, yüreği yerinden fırlayacakmış gibi olsa da gerçeği ile yüzleşmeye hazır değildi henüz. Henüz hazır değildi de gelecekte böyle bir ışık var mıydı? Bilemiyordu.
Zihni bu gelgitlerden yorulsa da keyifleniyordu. Selvi boylunun dudakları arasında parıldayan incilerin endamına kattığı ahengi hayal ettikçe de mest oluyordu. Bir iki dakika sonra ruhunun derinliklerinden fiziğin ötesine geçmeli ve en gerçekçi hali ile gönül ikliminden bağlantı kurması gerektiğini bilmeliydi.
Ne olacaktı karşılaşsalardı. İki kelime dahi söyleyemeyecekti. Sonbaharın ılık havası göğüslerini şişirirken gözleri yerde uzanan sevgilinin gölgesine saplanmıştı.
“Senin hakkında şunları” düşünüyorum, dedi. İç sesiyle konuşuyordu şimdi. O kadar çok özel duygularını ve tavırlarını, tutumlarını sıraladı ve devam etti sesini alçaltarak. “Ama biliyorum ki sen yenilmiş olmamak veya kaybetmiş olmamak adına kabul etmeyeceksin…” cevap verme sırası sevdasındaydı. Bütün cesaretini toplayıp; “aslında her şey düşündüğünüz gibi bir kaç detay hariç” diyerek doğruyu kabul etmek isterdim, hatta sesimin en tok haliyle haykırmak isterdim “evet, evet … ama bu kadar şeyi nasıl bilebiliyorsunuz.”
İki kelam edemiyordu ancak iç konuşmalarla kendini mutlu edebiliyordu. Onu görmek, ya da odur sanarak birine bakmasıyla bile tatmin olması en temel özelliği olmuştu.
Niçin diğer aşıklar gibi rahat olamıyordu. Bir telefon, bir mesaj ya da bir mektup ile kapıyı aralar gönül ikliminden haberler uçurabilirdi. Ama bir sınır vardı ki onu bir türlü aşamıyordu. Nasıl bir kırmızıçizgi idi bu sanki kızıl kanlarla belirlenmiş bir hat idi. Delikanlı, sevdasına bile inancından bir ölçü vurmuştu. Masumiyetine güveni tam olsa da, insanları rahatsız edecek zamansız bir muamele gelecekte telafisi zor yaralar açabilirdi.
Delikanlı, çalıştığı yerde gönüllündeki mutluluğu fark ettiğinde hayallerinde hep o vardı. Bağlandığını hissediyordu. Lakin saplanıp kalmaktan da korkuyordu derin derin.