Osmanlının son dönemlerinde Devlet-i Âliye’yi kurtarmak için ortaya atılan üç dört esaslı fikir vardı. Bilenler için malumdur; Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık. Her ideolojinin bir fikir dünyası bir de vatan toprağı vardır.
Temsilcileri de unutulacak adamlar değildir. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp Türkçülük akımını seslendirenler iken Abdullah Cevdet gibiler Batıcılık fikrini savunmuşlardır. Hatta daha sonraki dönemlerde o kadar ileri gitmişlerdir ki batıdan damızlık erkek getirip Türk kızlarıyla evlendirip batılı bir nesil çıkarmayı bile önermişlerdir. Osmanlıcılık fikrini Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi gibileri ileri sürmüşlerdir.
İslamcılık fikrini Said Halim Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Mehmet Akif Ersoy gibiler dava edinmişlerdir. İslamcılık, tüm Müslümanları bir sancak altında tutma derdine düşmüşlerdir. Hazır bir İslam halifesi mevcut iken ümmetteki zayıflayan bilinci artırmak zor da değildi, diye düşünüyorlardı.
“Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” cümlesinin Akif Ersoy’a ait olduğunu biliyor ve bir yöntem olarak “evet, aynen böyle yapmalıyız” fikrine kapıldığım yıllarda Rasim Özdenören’in “Yumurtayı Hangi Ucunda Kıralım?” eserindeki Batıya karşı fikirlerim netleşirken Akif’in sözüne yapılan eleştirileri biraz acımasız bulmuştum.
Asrın idrakine/zamanın anlayışına neden söyletmek zorundayız, diyordu yazar. Asrın idrakini belirleyen nedir, kimdir, soruları ile zihnimin ortasında sorular yumağı karmakarışık bir halde duruyordu. Küresel anlayışın patronu kimdi? Cevabı zor sorulardı körpe beynim için. Ben daha yeni yeni okuyor öğreniyordum.
İsmail Kara Hocamın İslamcılık derleme kitapçığını da kütüphanemde bulunduruyor zaman zaman okuyordum. Hatta o çağlarda Avrupa’da yayılan pozitivizm akımı zehirli bir ur gibi İslam toplumlarına hızla yayılıyordu. Nusret Vardar Hocamdan Cemalettin Afgani konusundaki sevenlerin ve karşıtlarının eleştirilerini sorduğumda daha önce bilmediğim bir yorum yapmıştı.
“O zamanlarda bu pozitivizm akımı, yani her şeyi akılla anlamaya çalışan akım, akla indirgeyen düşünce yaygında Cemalettin Afgani de İslam’ın kurallarını akla göre yorumlama çabasına girişti. İnsanlar, İslam’dan uzaklaşmasın çabası ile bunu yapmıştı.”
Bunu duyunca Akif Ersoy’un o dizeyi niye yazdığını daha iyi anlamıştım. Zira Akif ile Cemalettin Afgani görüşürlerdi. Akif yazılarında onu metheder.
Demek ki o günlerin dindarları bir şeyler yapmak lazım dediklerinde çıkar yollardan bir olarak bunu görüyorlardı. Batı güçlüydü ve teknolojisi ile, düşüncesi ile kasıp kavuruyor, durmadan ilerliyordu. Onun karşısında durmak yerine onun ilkelerini İslamlaştırma, ürettiği kavramlara İslam’dan karşılık bulmak zorunda hissediyorlar “o tarafa gitmeye gerek yok sende de, kültüründe dininde var zaten” demeye getiriyorlar ve inanalar kaymayın özünüzde kalın demek istiyorlardı. Böyle yorumluyorum ben bunca öğrendiklerimden sonra.
Ancak Sabra Davet Eden Hakikat, isimli kitaptan okumalarıma devam ederken İslamcılık anlayışının bu kadar derin eleştirisi ile karşılamamıştım. Ancak bu eleştiri önceki çabaları kötülemem için sebep değil. Zira o günün şartları vb. konulara girmem istemiyorum, bu ayrı mesele.
Sabırla eleştirileri okuyorum ve batının çöküşüne şahit olurken yapılan tespitlerini daha iyi anlıyorum ve yazarın yaklaşımları özgüvenimi perçinliyor.
“İslam, terakkiye mani değildir” cümlesini kabul ettirmenin ezilmiş halk kitlelerinde mâkes/yankı/karşılık bulması için nasıl da çırpınmışlar. Şimdilerde terakki/ilerleme kelimesini eleştiriyoruz. Teknolojik gelişmelerin insanı getirdiği noktayı esefle izliyoruz.
İslamcıların en büyük hatası batının ürettiği düşünce kalıplarını ve kavramlarını İslam dairesinde yorumlamaya çalışmış olmaları. Her kavram kendi dünyası içinde gelişir ve yer edinir. Ancak bâtılın misyonerleri de bu kavramları diğer milletlere taşıma çabası içine girdiler yeni bir teknolojik ürün pazarlar gibi. Güçlü olmak, ilerlemiş olmak, aydın, teknoloji, hümanizm vb. kavramlar ezdi durdu Doğu milletlerini. Başını kaldırdığında alnının ortasından tek kurşunla/fikirle vurulmuş insanlar gördük her yerde ve’s-selam.