Yeni okulunun ilk günü kendini çok garip hissediyordu delikanlı. Ortaokulun son iki senesini neredeyse evinde internet üzerinden okumuş ve sınava girmişti. Yüksek bir puan almasına rağmen hayalindeki liseyi tercih etti.

Okul bahçesine yöneldiğinde çok kalabalık bir öğrenci topluluğu gördü. Bir an buraya kayıt yaptırdığına canı sıkıldı. Salgının kol gezdiği bir zamanda bu kadar kalabalık içinde eğitim almak tehlikeli olabilirdi. Gökyüzünden dünyaya düşmüş bir şair misali etrafı titizlikle incelerken vaktin nasıl geçtiğini fark edemedi.

Öğleden sonraki ilk derste okulu sevmeye başlayacağına nereden bilecekti. Okumayı sevmediğini, Türkçe'den de nefret ettiğini, olur olmaz her fırsatta söyleyen biri olarak bütün direncinin kırıldığı ve örselendi bir dersi yaşıyordu.

Bütün bunların sorumlusu edebiyat öğretmeninin bilgi dolu cümleleri ve tebessüm eden gözleri idi. "Matematiği seviyorum, edebiyatı seviyorum ya da diğer dersleri seviyorum" demenin hiçbir mantığı yok aslında. Derslerden çok o dersi veren öğretmeni sever, onu beğenir ve onu takdir edersek dersine de çalışırız." Cümlesinden sonra neden edebiyatı sevmeye başladığını anlar gibi oldu.

Daha ilk derste, sınıfı güldürebilen esprili cümleler, gönül okşayıcı anlamlar ardarda sıralanınca liseye geçen delikanlının gönlünde buz tutmuş kalıplar eriyordu. Edebiyatın nasıl bir ders olduğundan henüz bahsetmemişti. Fakat "ben ders kaynatmayı severim" ifadesi çok rahatlatmıştı.

Akşam eve döndüğünde sofra başında edebiyatçının verdiği ödevi yerine getiriyordu. "Baba biliyor musun bugün edebiyatçı kendisinin sınıfta anlattığı bilgileri sofrada sizlere de anlatmamı ödev verdi." Babası bir taraftan çorbayı kaşıklarken gözleriyle "ne dedi, anlat bakalım" emrini vermişti bile.

Kaşığı ağzına götüren genç yarıda elinin titremesine bile dikkat etmeden durdu, hayalinde canlandırdığı dersteki konuşmaları telaffuz etti.

"Bu sabah doğan güneş, edebiyat öğretmenine güzel bir cümle ilham etmiş." O da tahtaya yazdı ve bizimle o cümle üzerinde fikir alışverişinde bulundu. Babası:

"Herhalde cümleyi söyleyeceksin."

"Evet, ilerleyen zaman içinde böyle prensipleri yakalayıp anlatabilir miyim, bilmiyorum ama ilk prensip şu olmalı bence" dedi ve yazdı: "Haddini ve hakkını bil!"

Bir arkadaşım yorumlamak için atıldı hemen. "Ne dedi ki?" "Hakkını ararken haddini aşma, haddini aşarsan haksız konuma düşersin." deyiverdi. Edebiyatçımız bunu çok beğendi ama sonradan daha detaylı konulara girdi. "Haddinizi"kelimesinin altını çizdi ve "had nedir?" diye sorduğunda sınıftan kelimeleri tek tek topladı. Onların hepsini "haddiniz" kelimesinin altına yazdı : "Sınır, çizgi, konum, yer, statü, makam, mevki vb." gibi kelimeler. Bunları yazarken "Para da yazalım mı? Bazen paran kadar konuş diyorlar ya! O da bir sınır olamaz mı?" deyince sınıfta herkes gülümsedi.

"Haddini bilen ve bunu kavrayabilen insanlarla eğitim öğretim yapmak çok faydalı olacaktır. Hakkını istemeyi bilen ve bunu da haddini aşmadan ifade edebilen herkes toplum tarafından iyi ve salih insan diye bilinecektir." diye devam etti.

Sonra "kimler haddini bilmez?" diye sorduğunda düşünce ufuklarımızda şimşekler çakıyordu hepimizin. Yine imece usulü sıraladık: "Benciller, kıskançlar, kibirliler, kızmışlar, cahiller vb." Haddini bilen insanlar ise sayılanların tam zıttı, mütevazı, diğergam, sakin insanlar" dedi.

"İşte bunları sofrada anlatmamı ödev olarak verdi ben de ödevimi yaptım. Baba sen de şahitsin, tamam mı?" Bir sonraki derste de çok amaçlı salona geçip kendimizi tanıtacağımızı da söyledi. Hem de bununla alakalı iki sayfa yazı yazacakmışız. Ben bu yaşıma kadar ne yaşadım ki kendi hakkımda iki sayfa yazı yazayım!" dediğinde babası "Ben sana anlatırım seni, sen de yazarsın." Liseli delikanlı buna çok sevindi.

Sabah kapısından girip ürktüğü kalabalıklar artık delikanlıyı ürkütmüyordu. Tüm hayatı boyunca haddini bilecek ve hakkını da savunmaktan vazgeçmeyecekti. Hakkını savunurken haksızlık etmeyecek haksız duruma düşmeyecekti. Hayatınızı anlatın denildiğinde bu mücadelesini gururla anlatacaktı.