Edebiyat derslerinde, önümüzdeki konular bizi nereye götürüyorsa o diyara sürükleniyoruz. Olması gereken de budur. Ancak her öğretmen kendi birikimince ele alır ve aktarır dersini.
On birinci sınıflarda dersine girdiğim öğrencilerim konuları pek beğenmez. Zira bir önceki sene dini tasavvufi edebiyatı dinleyince her sene aynı duygusallık ve derunilikle ders işleneceğini sanırlar.
Lakin batı edebiyatının kapılarına dayandığımız bir yıl olur on birinci sınıf. Tanzimat dönemlerinde kapıyı kibarca çalmak veya izin almak yerine hoyratça yumruklayıp aralanan kapıyı omuzlayarak içeri girmek istemişiz adeta.
Meşhur İbrahim Şinasi Efendi, Mustafa Reşit Paşa tarafından Paris'e gönderilir tahsil için, ancak o başka çevrelerle de görüşür. Toplumu değiştirmek isteyen Tanzimat Fermanını ilan edenler, ilan edilen kuralların halk tarafından kabulüne çabalayacaklardır. Tepeden inme yöntemlerle iş olmaz, öyleyse halka her gün bir şeyler söylemek azımdır. Fransız Devrimin gerçekleştirenler halkı nasıl eğitileceğini/yönlendirileceğini fısıldarlar Şinasi'nin kulağına. Sade ve anlayabileceği bir dil ile her gün hitap etmek lazım halkın gözüne baka baka.
Toplum için sanat derler ve kolları sıvarlar Tanzimatçılar. Henüz dere görülmemektedir zahirde. Lakin bir mutlu hayal alemine kanat çırparlar. Batılıların, çerçevesi görülmeyecek kadar büyük çizdiği bir tablo karşısında halk fark edemez olacakları.
Şinasi, eline aldığı bir poşete Paris edebiyat pazarında ne varsa tepmiş ve alıp gelmiş. Roman, hikaye, tiyatro, eleştiri, makale, vb. "Benzerleri, biz de yok muydu?" "Evet, vardı ama bunlar son modeldi." Akıl suyuna bandırılmış, pozitif bireyci ve modern anlayışla biçimlenmesi gerekiyordu.
Tüm bunlardan sonra roman türü, edebiyatımız da hiç yoktu. Mesnevi tarzı uzun hikayeler ve halk hikayelerle vardı ama roman bambaşka idi. Üstad Cemil Meriç "Neden, bizde roman yoktur?" Tanzimat Dönemi yazarlarından Celal Sahir, "Hiçbir namuslu kadın yoktur ki romanın kapağını açtığında yüzü kızarmasın" demiş. Dudak uçuklatan bir yorumdur tabii. Tevfik Fikret, Halit Ziya'nın romanı Aşk-ı Memnu'da "Bihter" karakteri için "bu öyle bir tiptir ki romanda durduğu gibi durmaz" demiş. Bu arada bu ölümsüz() romanı okumanızı tavsiye etmem. Çok isterseniz kısa bir özeti tiksinmenize yeter.
Batılı bir yazar; "Demek roman, doğu toplumlarına girdi ha, artık onların iflahı mümkün değil" der. Bir başka yazar da bir ormanda gezerken devrilmiş içki şişeleri ve dağılmış mezeleri görünce "ben bunları daha önce romanında tasvir etmiştim, demek ki yaşayanlar çıkmış" diyerek nasıl da etkileşim olduğunu belirtmiş.
Yalan sözün en tehlisi içinde doğru cümleler bulunduranlardır. Cümlesinin kabul edersek romanın en tehli yönü bir ayağının "gerçeğe" basmasıdır. "Zaten bunlar hayatta oluyor" dedirtir en geçekçi romanların varlığına şahidiz. İnsanların bir kısmı "oralarda neler oluyor" diyerek okur, bir kısmına "aaa bizim gibi, sanki bizden bahsediyor" sebebiyle okutur.
Roman yazarının kurmaca bir dünyası vardır ve o imkanları kullanır. Kullandığı kelimelerle bile taraf tutar yazar. Okuyucuya bağırarak söylemez, beğendiği -ki beğenilsin diye her türlü üstün vasıflar verilmiş- bir kahramana söyletir fikirlerini. Olayları eğebilir, bükebilir öylece gözler önüne serebilir.
Fakat "at, sahibine gör kişner" prensibi gereğince roman, Müslüman yazarların eline geçtiğinden beri insanlar hakikati neredeyse romanlardan öğrenecek. Romanlarla hidayete erenler, köklü değişim geçirenler olacaktır. "Bir roman okudum hayatım değişti" demek için hayatımıza dokunan tavsiye edilmiş iyi, güzel ve faydalı romanlar okumak lazımdır, derim.
Hadi bir tane roman ismini de ben söyleyeyim...
.