Galiba yaşlanıyor ve duygusallaşıyorum. Saçlarımın kırlaşmasından değil, olur olmaz konulardan duygulanır olduğumdan sanırım. Mesela zor zamanlarda yardım eden ya da yardıma muhatap olan birilerini gördüğümde ruh patlamaları yaşıyor ardından gözlerim yağmurlanıyor.
Geçen hafta, abonesi olduğu Yeni Şafak gazetesinin Pazar ekinde bir söyleşi vardı, sıradışı gezi programı Dostluk Karavanı hakkında. Bu program kameralarını farklı ülkelerin arka sokaklarına çeviriyormuş. Çağımızın “dilinde” olan ancak pek dikkate alınmayan halk kesimlerini görüntülüyormuş.
Elif Şafak dahi, “Ustam ve Ben” roman hakkında konuşurken, “her zaman padişahları, paşaları, kahramanları anlatırız, hiç ya da çoğu zaman sıradan insanları anlatmadık; bir işçiyi, bir seyisi, bir yamağın duygu ve düşüncelerine değer vermedik. Ben bu romanımda onların sesi olmaya çalıştım” manasında bir yorum yapmıştı.
Bu farklı ülkelerin arka sokaklarında ne aradığı önemli, ancak daha önemlisi Yeni Türkiye’nin dışarıdan nasıl görüldüğünü merak etmesi memleket meselesi gibi geldi bana.
Bunu daha önce de duymuştum; ülkemizin hangi düzeyde olduğunu görmek için bir defa yurtdışına çıkmak lazımdır. Oralardan çok farklı görünüyor, biliniyor.
Hakikaten öyle değil mi?
İçinde yaşadığınız, caddelerinde vitrinleri gözlediğiniz, sokaklarında yürüdüğünüz şehrin bizzat “o bölgesini” bir fotoğraf karesinde gördüğünüzde, anlık bir duraksama yaşar hatta “hadi canım, bu kadar güzel miymiş?” dersiniz ya. İşte öyle bir şeydir bu. Bireysel anlamda yaşadığınız bu hissiyatı, ülkemiz için de yaşayanlardan duyunca inanmaktan gayri yol kalmıyor.
Memleketimizin kusurları sayacak çok insan vardır belki. Sanırım dostsuz yaşayanlardır onlar. “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” derler. Ancak eski ile yeni arasındaki farklı göremeyen ve hakkı sahibine teslim edemeyen akıldan ve bu aklın üreteceği adaletsizlikten insaf sahibi vicdanlara ve Allah’a sığınırım.
Laf lafı açtı konu uzadı biraz ve söylemek istediğim geri kaldı.
Program sunucusu Meliha Çelik, “Tanzanyalı madenciler bile Türkiye’yi soruyorlar, diyor ve ekliyor:

“İspanya’nın dağ köylerinde Davutoğlu var.
Gittiğiniz yerlerde insanları konuşturuyor, onlara sorular soruyorsunuz. Size en çok neyi soruyorlar?
Gittiğimiz her yerde büyük bir sempati var Türkiye’ye. İstanbul’u çok merak ediyorlar. Hani belki bize denk gelmemiş de olabilir, hiç olumsuz bir şey duymadım, olumsuz bir soru da. Gittiğimiz her yerde çok iyi tanınan, herkesin bildiği birkaç isim var. Bu isimleri çok seviyorlar. Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu çok ilginçtir ki Balkanlar’da ve İspanya’da gittiğimiz birçok köyde Davutoğlu’nun birkaç defa oralara gittiğini duymuş, çok şaşırmıştım. Polat Alemdar zaten Murat Alemdar olarak, aynı şekilde Muhteşem Süleyman…”
Gurur duymak o kadar zor mudur? Siyasetçisinden aktörüne kadar, güncelinden tarihine kadar tanıtım olmuş.
Bir memleket insanı bundan onur duymaz mı?
Yıllar önceydi Cerrahi Tekkesine yolum düşmüştü. Ahmet Özhan’ın dahi ilahileri ile coşturduğu bir meşk ortamı vardı. O mekanda bir derviş, “Efendimizin, mürşidimizin taa Amerika’da, taa Japonya’da bile müritleri var” demişti. İşte sıradan bir halk insanı bile uzak diyarlardan tanıdıkları ile övünmeyi, işin hakikatli yönü olarak kabul ediyor.
Meşhur olmak, hak etmeyi gerektirir sanırım. Sıradan insan olmak istiyorsanız, bizim gibi, o her tarafta var ve hep de birbirine benzer.
Ancak insanlığını damıtan bir sanatkar, gayretini ortaya koyup kelle koltukta ilerleyen siyasetçi tanınmayı hak ediyordur. Bu hak edişe saygı duymak gerekir. Son hükme itirazı olanları görür gibiyim ama onu başka bir yazı da ele alalım, müsaadenizle…