Günler hızla birbirini kovalarken dersler de konular da beklenen seyrini alıyordu. Onuncu sınıflarda destanların milletler için öneminden bahsederken, on birinci sınıflarda hiç sevmediği ve bunu da sıkça dile getirdiği kendi özümüzden kopuş saydığı Tanzimat edebiyatından bahsediyordu. On ikinci sınıflarda derin bir Anadolu fikriyatı vurgusu yapıyordu.

O bu dersleri anlatırken Amerika ve Rusya, Suriye üzerinden birbirini suçluyor ve savaş uçakları her yeri bombalıyordu. Aylan bebek gibi kıyılarımıza değil yüzümüze vuruluyordu vicdansızlığımız. Fırından ekmek almak için çıkan çocukların kucağına bombalar düşüyor, ekmekleri bir tarafa küçük bedenleri öbür tarafa savuruyordu.

Batı edebiyatına giriş yaptığı Ondokuzuncu Asır" manzumesini açıklarken Sadullah Paşa'ya ağzına geleni söylüyordu. (tabii içinden) Genelde severdi Osmanlıyı. Çok eleştirilecek yönü olsa da şanlı bir tarih yazan Osmanlıdan bahsederdi zaman zaman...

Şiirde hiç edebi zevk yoktu. Nerede o Fuzuli'nin gazelleri, nerede o Baki'nin kasideleri. O akışkan dil, yağ gibi akan kelimeler... Zorlama ve hatta ısmarlama yazılmış bir metin gibiydi. Eskiden olanlar şimdi yokmuş, hakikat olanlar mecazmış, ışık gerçekten haberciymiş, göğün ve yerin her yeri biliniyormuş, ses, enerji, falan filan...

Tazimatın Götürdükleri diye bir kitap görmüştü bir zamanlar İhsan Süreyya Sırma Hocanın. Bizim cenah pek iyi bakmaz Batının dediklerine. Batıdan gelen ne varsa x-ray cihazından geçmeli bu alemde. Lakin o dönemlerde askeri alandaki yenilgilerimiz bize bir tokat gibi gelmiş. Osmanlı Devleti de asırlarca savaş yaptığı bir medeniyet(!) ile kol kola olmak zorunda kalmış.

"Eee ne oldum değil ne olacağım" diyeceksin hayatta. Babasının ifadesiyle aslanı kediye boğduran bir zaman gelmişti artık. Batı insanlık adına ürettiği temel değerleri yeri geldiğinde (Genellikle bu yeri gelmişlik kendi çıkarı zedeleneceği zamanları ve mekanları işaret eder) yerle yeksan eder ve derin bir yanılmışlıkla boynunu büker ve günah çıkartır. Lakin olan masumlara olur.

Dersinin aralarında milli ve manevi hissiyat yüklü cümlelerle sıkıcı atmosferden çıkma çabası gözlerden kaçmıyordu. Ancak konular siyasi alandan seçilince politikaya girilmiş gibi düşünenleri rahatsız ediyordu. Devletin gücünden, milletin kabiliyetinden bahsettiği her cümle için alarm çalar gibi bakışlar yere gömülürdü.

Bu tutum, zeki insanların ufak tefek protestoları demekti. Onlar hangi bilgiyi kimden alacaklarını biliyorlardı. Kimleri ilgiyle dinleyeceklerini, kimleri de dinlermiş gibi yapacaklarını biliyorlardı.

Tanzimat edebiyatının kelimelerinden başlayan sıkıcılık, yazarların konuları seçerken yaşadıkları tereddüt, bir tek noktaya odaklanmış zihinler için biraz yük gibiydi.(çünkü onlar sayısal öğrencileriydi) Her şeye rağmen bu döneme dikkat çekerdi kitabı elinde tutan adam. Medeniyetler arası bir geçiş dönemiydi. Nasıl olmuşta o tarafa dönmüşüz yüzümüzü diye sorardı.

Eğer doğruysa tespiti şimdi bitti Batıya dönüş. Anlaşıldı ki batı bizi misafir etmeyecek, zaten misafirperver olmadığını bir kez da gördük bu zulüm çağında. Nereye dönsek iyi olur derdine düştük., gibi cümleleri telaffuz etti.

Daha Namık Kemal'in Hürriyet kasidesini okuyacak, Ziya Paşanın "Harabat"ına bakacaklardı ancak batının gözü dünya mazlumlarına hala kapalıydı ve batının vicdanı hala sağır bir halde yaşamaya devam ediyordu.