Ne zaman semamızdan bir yıldız kaysa onun ardı sıra bakar dururum. Yani onun hakkında yazılanları tekrar tekrar okur; söylenenleri can kulağı ile dinler, cenaze töreninde devlet başkanının omuz verişini gıpta ile izlerim. Çünkü göğümüzden kayan yıldız Hakka yürüyen bir yiğit erdir.

Hele ki öğrencileri bu millete hizmet için devletin en önemli mevkilerinde görev yapıyorsa. Biri Cumhurbaşkanı diğeri Diyanet İşleri Başkanı... Cenaze töreninde Sayın Cumhurbaşkanımızın "İmam Hatipli yıllarda tanıdığım ve kendisinden güzel şeyler öğrendiğimiz hocamız" diye hitap etmesi gereken işareti vermiştir.

Bu vefat vesilesiyle hayatını da öğrenme imkanım oldu Muhammed Emin Saraç Hocanın. Biz millet olarak ölünce kıymetini anlıyoruz demeyeceğim. Kıymetini bilenler bilmiş, dizinin dibine çökmüş, hadis ilmi tahsil etmiş nice güzel insanlar. İki bin öğrenci yetiştirdiği rivayet olunur. Eğer bir insanın kıymetini bilmek istiyorsak, yapmamız gereken şey, ilk önce onun hakkında bazı güzel bilgileri gönlümüze sindirmek olmalıdır.

Vefat ettiği gün kadim dostum ile yaptığımız muhabbet esnasında anlattığı hatırası beni çok duygulandırdı. Başkalarının karşısında yoğun duygulanma ile gözlerimin yaşarmasına engel olmak isterim ama bu sefer bunu başaramadım. Çünkü ilim için yapılan böyle büyük bir fedakarlığı yüreğim kaldıramadı ve gözyaşlarıma yol verdi.

15-16 yaşlarındayken yani hafızlığını bitirdikten bir kaç yıl sonra Tokat Erbaa'dan ayrılıp İstanbul'a gelecekleri gün Emin Saraç hocanın gönlünde kopan fırtına...

Babası Hafız Mustafa: "Ben sana hafızlıktan başka bir şey öğretemem sen İstanbul'da Ali Haydar Efendi'nin tedrisi ne katıl bir şeyler öğren burada olmayacak" dedikten sonraları... Abisi ile birlikte ilim tahsili için gurbete çıktıkları gün. Annesini babasını gönlünden sildiği vakitler...

İlim yolu, cennet yoludur; bu yoldan geri kalmasın düşüncesiyle İstanbul'a gönderilen gençler. Sabah namazının ardından eşyalarını toplayıp bir çuvala doldurmuşlar. Köyün aşağısındaki şoseye çıkacaklar ve gelen vasıta ile Tokat'a oradan da İstanbul'a vasıl olacaklardır. Annesi, belki sarılıp doya doya koklayacaktı göz bebeği iki evladını. Lakin "Benim bahçede işim var" diyerek onları uğurlamadan ayrılır. Biraz daha yürümüşler, köy meydanında da babası "bahçede işim var" deyip ayrılmış.

İki delikanlı köylüleri tarafından yolcu edilmişler ilim diyarına. Üç ay sonra köyden bir tanıdık Fatih Camii'nde namaz kılar ve delikanlı Emin'i ziyaret eder. Hoş-beş edilir, çay, simit ve muhabbet derken misafir köylüsü "anandan, babandan hiç sormayacak mısın?" diye unutulanı hatırlatmak ister.

"Beni uğurlamaya bile gelmediler, onların bahçeleri daha önemli imiş" deyip sitemini iletince misafir köylü: "Böyle söyleyeceğini biliyordum" demiş ve eklemiş: "Sen gittikten sonra annen her gün o şoseye iner ve ağlıyarak bahçeye gider..."

Babana da "Emin'den haber var mı?" diye sorulduğunda onun da gözleri dolar. Onlar seni çok seviyorlar. Olayı biz biliyoruz. Senin gideceğin gün baban demiş ki anana: "Hanım, çocukları yarın uğurlarken dayanamaz ağlarsın. Sen ağlayınca ben de ağlarım. Sonra çocuklar köye çabuk dönmek isterler. İlim öğrenmeyi yarıda bırakırlar. Sabah onları biz uğurlamayalım. Onlar bize kızsınlar, burayı unutsunlar, ilim öğrensinler."

Nasıl bir duygusal fedakarlık, ne büyük isabetli bir karardır bu. Şimdi daha iyi anlıyorum. Bir ananın evladına olan muhabbetini Allah rızası için ilim öğrenmesi yolunda kurban etmesini. Olay ne kadar da benziyor Meryem'i, Allah'ın evine adayan anası Hanne'nin tavrına.

Anneler evlatlarından ayrılık kadar büyük acı yaşarlar mı acaba?