Türkiye standartlarına göre uzun boylu sayılırdı, 1,86 boyunda esmer, pala bıyıklıydı. Kıvırcık saçlarını kapatan şapkasını başından hiç eksik etmez, yaz kış üzerinden çıkarmadığı haki yün paltosuyla gezerdi. İngiliz külotu pantolonun üzerine giydiği körüklü çizmeleri onun vazgeçilmez aksesuarıydı. Yürüdüğü zaman bastığı yerler zıngırzıngır titrer, konuşmaları çok net ve keskindi. Karşısında izin almadan kimse konuşamazdı, ziyaretine gelen ve ziyaretinden gidenler temenna çekmeden huzurunda konuşamazdı, oldukça sert mizaçlıydı. İsmi Ağabey'di yöresinin ağasıydı. Ağası olduğu köyü için canını verebilecek bir ti niyeti vardı, korkusuz, gözünü budaktan esirgemezdi. Varlıklıydı, ahırlarında, komlarında, ağıllarında, yaylasında sürülerini idare eden sürüyle çobanları; sürülere göz kulak olan sürüyle köpekleri vardı. Bütün bu sürüler yetmezmiş gibi tabiri belki doğru olmayacak ama sürüyle hanımı; her hanımından da sürüyle çocukları vardı. Ağabey, adına müsemma bir yaşantı içindeydi. Bütün bu varlık içinde her türlü aracı da alabilecek gücü olmasına rağmen O, yörenin en iyi atını besler, yapacağı yolun uzaklığına bakmadan bile bütün yolculuklarını atıyla yapardı. Murat adını koyduğu doru atıyla dağ taş, ova, oba demez gezerdi. Başka köylere, başka yerlere de doru atıyla yolculuk yapardı. Rahmetli çok da içerdi, sofrasından devlet adamları eksik olmaz, şehre her yeni gelenin makamı ne olursa olsun devlet adamlarını ilk önce o misafir eder, evinde ağırlardı.

Ağabey yöresinde hem çok sevilirdi hem de her zaman olduğu gibi bir insanın çok seveni olduğu gibi çok çekemeyeni de olur misali Ağabey'ide çekemeyen çoktu. Ağası olduğu Sarıpaşa Köyü ile komşu Yokuşpaşa Köylerinin arasında sınır kavgası ta atadan beri vardı. Bu kavga daha önce sulh içinde çözülmek istenmiş, mahkemeye gidilmiş ama mahkeme işi çözememiş, bugün git, yarın gel denilerek mahkeme uzadıkça uzamıştı. Mahkemenin sorunu çözememiş olması insanların sinirlerinin bozulmasına sebebiyet vermişti. Bu iki köyün sakinleri sınır sorununu tabiri caizse kan davası haline getirmişti. Olay o kadar dallanmış, budaklanmış ki birbirlerinin canlarına zarar verdikleri yetmezmiş gibi, mallarına da zarar vermeye başlamışlardı.

Babasının esmerliğine inat o sarışına yakın kumral, kıvırcık saçlı, mavi bilye gibi parlayan gözleri vardı, babası gibi uzun boyluydu, daha 17 yaşındaydı. Babasının üçüncü hanımının köyüne gitmişti. Babası adını İsa koymuştu, bu ismi oğluna vermesiyle kendisinin ne Hıristiyan, ne de Musevi olduğunu söylemek yanlış olurdu o kendince İslamiyet'e inanan Müslümanbiriydi. İsa Yalnızpaşa Köyünde bir hafta kadar kaldı, bir hafta boyunca çalıştı çabaladı, işleri bitirmek için uğraştı. O gün de akşama kadar dayıları için çalıştı, çabaladı, kışlık odunları, kışlık yiyecekleri hazırladı, kimisini ambara, kimisini mereğe depoladı. İşini bitirmiş akşam yemeği için dayılarıyla birlikte sofraya oturmuş lokmaları midesine göndermek üzereydi. Bir haber geldi Sarıpaşa köyünden, haber adeta şivan düşürdü sofraya. Sarıpaşa Köyü ile Yokuşpaşa Köyü arasında kavga çıkmış, kavgada yaralanan ve ölenler olmuş diye. Olaylar bir ulakla ulaştırılmıştı, Yalnızpaşa Köyüne. Ulak'ın anlattıklarını duyunca İsa, lokmalar dizildi boğazında nefes alamaz, lokmaları yutamaz oldu, olay vahimdi ve hemen gitmesi gerekiyordu. Küçük dayısını yanına alarak yarı aç, yarı tok bir o kadar da karanlık duygular içinde sofradan kalktı, babasının doru atının kardeşinin sırtına bindiği gibi dağ, taş, ova demeden kimselere görünmeden gizlenerek Sarıpaşa Köyüne doğru yola koyuldu. Uzun geceler içinde uzun yolculuktan sonra kendisini uzun sorunların içinde buldu. (YARIN DEVAM EDECEK)