Gençler, ruhlarını kasıp kavuran boşluktan, tereddüt ve şüphelerden bıkmadan, usanmadan ve yılmadan mücadele ediyorlardı. Bu, kendi dudaklarından dökülen kelimelerin ardında saklı anlamlarda tezahür eden bir haldi.

Derunundaki derdi, kaleminin ağzından bir bir haykırdığı güzel ve sarsıcı yazılarını hiç kimseye paylaşmak istemiyordu gençlerden biri. Bu kibirden ya da kendini beğenmişlikten kaynaklanan bir durum değildi. Sadece kendi kozasını örmeyi vazife edinmiş bir kelebek misali çırpınıyordu meraklı yüreği. Kendi şafağında doğacak güneşleri bekliyordu her tefekkürünün arkasından.

Şimdi bir kantinde "yeni bir çığır açmak" adına ortaya saçılmış onca cümleden, onca anlamdan sonra bir sırlı perdeden geçip bambaşka bir iklimde nefes alıp veriyordu üç genç. "-Hocam, bizim bazı düşüncelerimiz var, belki de sorunlarımız... Diğerlerinden çok farklı, söylesek sıkıntı olur, diye endişelendiğimizden aramızda veya içimizde yaşıyoruz."

"-Nasıl dertler bunlar?"

"-Kaza kaderden tutun da birçok konuda farklı düşünüyoruz. Lakin ailemiz bizi buraya gönderdi Allah razı olsun, iyi ki gönderdiler. Gayretliyiz fakat dertlerimizi çözemiyoruz."

Bu sözün ucundan bir muhabbete diyarına bir kapı aralandı. Dünyaya karşısındaki gençlerden daha önce teşrif eden, çayından bir yudum aldı ve vakt-i zamanında başından geçen bir olayı düşündü. Şüphe tohumu, okuduğu bir romandan mikrop gibi karışmıştı kanına. Uzun denmeyecek bir müddet mücadele etti. Yol uzadı, vahyin ve hadislerin güven dolu ikliminde nefes alıp verdikçe de rahatladığı anlatacaktı gençlere.

Çayından bir yudum daha aldı ve Efendimiz (sav) gelen bir sahabe şöyle diyordu. "-Ya Rasulullah, içimize bazen öyle duygular, öyle düşünceler geliyor ki onları söylemiş olsak dinden çıkarız diye korkuyoruz" deyince Efendimiz (sav) uzun uzadıya açıklama yapmadan "-Bu imandır, hırsız boş eve girmez, şeytan da senin imanını çalmak ister" buyurdu.

Şüphelenmek kötü değildir her zaman. Şüphe araştırmaya, hakikati aramaya yöneltirse iyi ve faydalı ancak inkara yol verirse kötü. İnsan kaderini yaşar ve kader Rahman olan Allah ile kulu arasındaki -teşbihte hata olmaz- ortak projedir. Kul diler, Kudret sahibi imkan tanır.

Ayrıca aklımız ile sorunları çözerken vahyin yardımını unutmamak gerekir. Vahiy, külli olan aklın ürünü, cüz'i aklın rehberi. Ne demiş Said Nursi "teknoloji ilerlemeler, peygamberlerin mucizelerine kadar genişleyebilir." Mesela ileriki zamanlarda eşyanın nakli olacaktır. Çünkü Kitapta Süleyman (as)'ın yanındaki bir zat göz açıp kapayıncaya kadar San'a Melikesi Belkıs'ın tahtını Süleyman peygamberin sarayına nakletmiştir.

Temel düşüncemiz şu:

İçine düştüğümüz sorunlardan elbette ki kendi çabamız ve gayretimizle çıkacağız. Yol bildik bir yol değil, hangi badirelerle karşılaşırız bilinmez. İçimizde azgın bir nefis, -Allah'ın kullarını saptırmak için- doğru yolda oturan bir Şeytan...

Hele ki Rahman'ın "Ey Habibim, nefsini ilah edineni görmedin mi; onların kulakları var duymazlar, gözleri var görmezler, kalpleri var anlamazlar. Onlar hayvan gibidirler hatta hayvandan daha ağıdadırlar" ayetini okuyup Efendimiz (sav)'in "Rabbim, beni bir an olsun nefsimin eline bırakma" diye yakarışını da ekleyince karşımıza şu çıkıyor; bu sarp yokuşu tek başına çıkmak tehlikeli. Biri ile ya da birileri ile konuşmak, birilerine akıl danışmak gerek. Kendi kıt aklımızla okuduklarımızın bir çoğunu bile tartacak yetenek, yetkinlik ve yetkimiz olmadan yapacağımız çıkarsamalar kör kuyulara yuvarlandığımızın belgesidir.

Bir inanç boşluğu yaşayanlar, ya kendisi gibi bu yoldan geçmiş tecrübelilerle konuşmalı ki onlar da imanın hakikatinden, teslim olmanın ulvi tecrübesinden haber versinler.

"-Fakat ben, bunu evdekilere, okuldaki idarecilere falan anlatmayı düşünmüyorum. Okuyorum... Kafka, Cahit Zarifoğlu gibi yazarları okuyarak yapmak istiyorum. Bu yazarların dediklerini bile aynen kabullenmek istemiyorum. Evet, hayranıyım belki ama yine kendi çabalarımı önemsiyorum" dedi yuvarlak yüzlü minyon tipli gözlüklü genç.

Karşısında dünyaya onlardan erken gelen, son söz makamında, yukarıda bahsettiğim konular aklının çeperi olsun. Zaten külli aklın bize çizdiği hudutlar bize yeter. Ne demişler, bir sınır yoksa hiç sınır yoktur." Beynimizin gramajı belli iken, düşüncelerimizin çapı neden belli olmasın.

Yoksa Mevlana'nın hikayesindeki sinek gibi oluruz. Ufak idrar birikintisindeki saman çöpüne konup "işte derya, işte kalyon, işten kaptan..." diye haykırırız ki bize yakışmaz. Sonra hep birlikte kantinden ikindi namazı için ayrıldılar...