Belki de başlık cümlesi şöyle olmalıydı: "Bu dert tam sizlik." Neden bir kişiye özgü "bir dert" takdir ediyor ki insanlar. Bilemiyorum. Beraber düşünelim isterseniz.

Kelimenin ilham kaynağı Yusuf Kaplan'ın bir yazısıydı. Okunmasını tavsiye ederim. Dalga kırdık şimdi dalga kurma sürecindeyiz, demişti başlığında. Ders vermeden önce insanı dert sahibi yapmalıyız, cümlesi tetikledi düşüncelerimi.

"Neden bütün dertler beni bulur?" diyen birine "günaydın dünyada yaşıyorsun da Ziya Paşa'nın o meşhur beytini bilmiyorsun" derler adama. "Asude olam dersen gelme cihana" buyurur şairimiz. Hatta devamında "Hukemadan, füzeladan bin kafile geldi geçti, yine de akıllı insanlara bir derdin kararlaştırılmasının sırrını çözemediler" der.

Takdiri ilahi olarak dünya böyle yaratılmış. Dertli insan, dertsiz başla mı gezecekti. Akıllı insanlar mutlaka bir derde müptela olurlar. Dert köşe bucak kaçsa ve saklansa en kuytu yerlerde akıl gider onu bulur ve sobeler.

Dert bizim için bir uyarıdır. Hemencik ezberlenebilecek bir sözünde Efendimiz (sav) buyurur ya; "La rahate fi'd dünya" dünyada rahat yoktur. Dünyanın en büyük sıkıntılarını, acılarını, dertlerini damıtarak ruhunda hisseden bir insan olarak Efendimiz (sav), Yüce Dosta (Allah'a) kavuşacağı günlerde kızı Fatıma (ra)'ya "Kızım, üzülme bundan sonra babana dert ulaşamayacaktır" der.

Derdin kaynağı sorumluluk sahibi olmaktır. Bu sorumluluğu kuşandın mı bir dertte seni kapı önünde bekler. Sorumluluk arttıkça dertler dalga dalga yürür üstüne insanın. Derdi kadar, değeri olur insanın. Neye dertleniyor, neye tasalanıyor bakarsın ve insanın kalıbını görürsün.

Büyük insanların derdi de büyük olur. "Büyüklük" göreceli bir kavram olmasına rağmen ortak noktalarda belli tespitler yapılabilir. Din-i mübini insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş peygamberlerin sorumlulukları ne kadar da büyüktü. İnançları, alışkanlıkları değiştirmek, ardından sistemleri çökertmek yeni bir devir başlatmak kolay bir şey değildir. Efendimizin (sav) çektiği sıkıntılar, katlandığı eziyetler sadece Mekke döneminde değildir, devletini kurduğu Medine döneminde de hiç durmadı. Bedir, Uhud ve Hendek gibi gazalar, diğer devletlere elçilerin gönderilmesi, mali ibadetlerinin yerleştirilmeye çalışılması, aç milletin doyurulması büyük sorumluluk ister.

Tarihin ibret sahifelerinden ders alarak sorumluklarımızı yüklenip güncele gelirsek düşüncelerimiz bizi sıkıntıya sokar. Her meslek sahibi işinin gereği olan şeylere yüklenmesi çok normal ve kolay olurken milletin her ferdinde olması gereken sosyal sorumluluk şuuru maalesef yeteri kadar yoktur.

Memleketimizde insanlar ideolojilerine göre hayatı anlamlandırdığı için aynı şeylerle dertlenemiyorlar. Hayvan severlerin derdi başka, tabiatı korumak isteyenlerin derdi daha başka, lösemili çocuklara yardım etmek isteyenlerin derdi de bambaşka olur. Milliyetçilerin ağırlıklı derdi başka, dindar kesimin derdi başka. Siyasetçilerin derdi aynı gibi görünse bile iktidarın farklı bir derdi, muhalefetin başka bir derdi var.

Bir insan nasıl dert sahibi olur? Sanırım okuması ve bilinçlenmesi gerekir. Bunun için de derdi olanlarla birilikte olmalı. "Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan" derler ya... Hastaneye gidip dert dinleyenler hep şikayetlenmeler duyarlar. Hastanın inlemesi kadar doğal bir şey olamaz.

"Allah dert verip de derman aratmasın" duasına amin desek de realist bir hal değil bu. Aslında dert veren bize dermanı aratmak istiyordur. Dertlerin altında kalmak, moral bozmak yerine onlarla boğuşmak lazımdır. En ağır dertlerin altından en güçlü insanlar kalkar. Zira "Allah dağına göre kar verir" ya...