Güneşin altın sarısı ışığı yeryüzüne düşmeye başladığında dünyanın en bulunmaz güzelliği boğazı seyre dalmıştım. Bir yanda takalar diğer yanda heybetiyle insanlara korku salan yük gemileri ve bunların aralarına katılan yolcu vapurları. Hepsi bir görev icabı boğazda tur atıyordu sanki. Kimisi Anadolu yakasına, kimisi Avrupa yakasına, kimisi Karadeniz'e, kimisi Marmara'nın içine doğru salına salına nazlı gelin gibi yüzünü göstermeden yoluna devam ediyordu. Boğazın içi gizemli tarihin yanında varoluş hikayelerini de içinde barındırıyor. Hikayelerin içinde kim bilir nice aşklar, nice sevinçler, nice kaotik olaylar, nice acılar, nice bilinmezlikler gizli. Bu bilinmezlik gizemli hikayeler tarihin içinde ya çok derinden izler bırakarak ya da ha varmış ha yokmuş hiçbir eser bırakmadan kaybolup gitmiş ya da gidiyor. Bu düşünceler ile boğazın güzelliğini seyrederken Süveyş Kanalında ki gemi kazasının görüntüsünü haberlere düştü. Bu kaza ya boğazda olsaydı ne olurdu boğazın hali, gerçi boğaz bu tür kazalara yabancı değildi ama yine de bir tedbir alınması gerektiği zihnimden hızlı bir şekilde geçti. Süveyş Kanal'ında meydana gelen gemi kazası boğazların korunmasının elzem olduğunu ortaya çıkarıyor. Yıllar önce birçok yük gemisi battı boğazın derinliklerinde içinde ki canlı, cansız varlıklara birlikte. Marmara'nın can çekişen deniz suyu, gemilerin enkazıyla daha da can çekişmeye başladı. O zaman alternatif çözüm yolları bulmak gerek, bu çözüm yollarından biri de şüphesiz gündem de olan Kanal İstanbul. Kanal İstanbul, boğazın yükü azaltacağı, Türkiye Cumhuriyetinin stratejik önemini daha da artıracağı için yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Boğazın yakasına takılan üç gerdanın üçü de birbirinden güzel, üçü de insana ayrı bir heyecan veriyor. Bu gerdanlar zaten çok stratejik değeri olan boğaza ayrı bir stratejik değer katıyor. Boğazın güzelliğine gemilerin vermiş olduğu zarar ziyan yetmiyormuş gibi plansız yapılaşmanın varlığını görmek, bakımsız yapıları görmek, temiz bir çevreyi görememek insana acı veriyor. Ah vah diyorsun ama sorunu çözmek için bir şey yapamıyorsun.

Eğri oturup düz konuşalım diye herkesin bildiği bir deyim var. Bu ülkede plansız yapılanmanın sebebi ve müsebbibi kimler? Hiç şüphesiz herkesin hemen cevap vereceği bir cevap var, siyasiler. Bu aşikar ve her seçim döneminde hükümetlerin kaynağa sıkıştıklarında müracaat ettikleri parasızlığa palyatif sorun çözme teknikleri olarak af sistemi devreye girmektedir. Af sistemi kadim kültürümüzde büyüklük olarak görülmekte ama bu af sistemi büyüklük, devlet babadır felsefesiyle değil de oy potansiyeli deposu olarak kabul edilip her seçim döneminde temcit pilavı gibi uygulanmakta.

Af sistemiyle vatandaşlık bilinci içinde görevini layıkıyla yapan vatandaşlar adeta cezalandırılmakta, görevini yapmayan, görevini suiistimal eden vatandaş güruhu karşımıza çıkmaktadır. Sürekli aflar suçluların daha çok suç işlemesine, vergisini ödemek istemeyenlerin artmasına, SGK prim borçlarını ödemek istemeyen iş insanlarının türemesinin artmasına, görevini hukuk çerçevesi içinde yapmaya çalışan görevlilerin görevini yapmamalarını tetiklemekte adeta sistemi tıkamaktadır.

Devlet kendi egemen gücünü hükümetler eliyle kullanmaktadır. Hükümetler kararlı ve istikrarlı olup siyasi beklenti içinde icraatlarını yapmadan kaçınıp gerçek görevlerini yapması için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır. Bu anlamda kurallar, adalet mekanizması, imar planı uygulamaları, vergi ve SGK prim ödemeleri ve diğer vatandaşlık görevlerini yapan vatandaşlara görevlerini vatandaşlık bilinci içinde yaptıkları için ödüllendirme mekanizması kurulmalı, görevlerini yapmayanlara ise asla taviz verilmemelidir. Biliyoruz ki bir kural hakkında taviz vermek başka bir kuralın uygulanması tavizini de beraberinde getirir.