Karanlık bir güne uyanmıştım. Okul, o zamanlarda bana çok boş ve amaçsız gelirdi. O rahatsız edici, tıpkı bir peyke gibi sıralarda gün boyu oturup bize söylenen şeyleri yapmak zorunda olduğumuz bir cezaevi misali. Çekilir şey değildi. Çocukluktan ebediyete kadar bu çile sürecek gibi gelirdi. Ta ki benim dünyama ışık tutan o şahane insan “öğretmenim” olana dek.
Onunla her şey baştan yazıldı sanki. Annem ve babam da eğitimcidir. Okulla ilgili hiçbir şeye yabancı değildim bu yüzden. Yine bir eylül ayı, okul açılacaktı. Gideceğim okul, beni “ben” yapacak öğretmeni seçme telaşı evde bir kaos yaratmıştı. Ailemin de tanıdığı bir erkek öğretmenin öğrencisi olacağımı öğrenince beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Aklımı almışlardı sanki. Ben erkek öğretmen istemiyordum ki. Bana ne iyi olmasından Ben, bana yeri geldiğinde bir abla, bir kardeş ya da bir anne olabilecek “bayan öğretmen” istiyordum.
Küçükken, aklımdan geçenleri olduğu gibi söylerdim. O zaman da karşı çıktım. Sonunda kazanan taraf “ben” idim. İkinci annemin adı Ayla’ydı. Nasıl unuturum ki? Siz unuttunuz mu? Sanmıyorum. Birinci sınıf her şeyin başlangıcı olabileceği gibi sonu da olabilirdi. Sonunda okul açıldı. Bir şekilde arkadaşlarıma alıştım. Sonbahar bitti. Kayseri’de kış oldukça sert geçerdi. Yine ayazın tam ortasında, karanlığın içindeydik. Yanlış hatırlamıyorsam aylardan ocaktı. Babam beni okula bırakıp gitmişti. Okulun bahçesi adeta buz pistiydi. Kazasız belasız binaya girmiştim.
En yakın arkadaşım Pınar yine bir şeyler yiyordu sırada. Bana da almıştı. Çok düşünceliydi, kahvaltı yapmadan geldiğimi bilirdi. Yanına oturdum. Birlikte yedik. Ve her zaman ki gibi “prensesim” geldi sınıfa. Masalla başladı derse. Hiç uykum yoktu. Sabah soğuk kucağını açmıştı okula gelirken. Onun gözleri içimi ısıtıyordu. Pınar’ı uyuduğu yerden kaldırdım. Uykusuzluğa hiç dayanamazdı. Teneffüste onun yüzünden içeride kalamazdım. Al yanaklı, tatlı arkadaşımla dışarı çıkmıştık. Keşke çıkmasaydık. Bana Güneş ismimle hitap ederdi. Ona dair hatırladığım ilk şeylerden biridir bu sesleniş. Her neyse işte, arka bahçeye geçtiğimizde benim dahiyane fikirli arkadaşım yine muhteşemliğiyle beni boşluğa düşürüyordu. Bir anda “Güneş Bak şuradaki kırık buz parçalarını görüyor musun? Yiyelim mi?” deyiverdi. Ben o an anlam verememiş şekilde dururken ağzıma tıkmıştı bile. Pınar ve ani hareketleri, hep beni benden alırdı. Ağzımı hissetmiyordum. Ellerim, yüzüm soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Pınar bana aptalca gülüyordu. Sonrasında bana yaptığı şekilde ben de aynısını yaptım ona. Zil çalmış. Hiç fark etmedik.
Burada devreye çocukluk aşkım Burkay giriyor. Bana her gün şeker alan ve oyuncak tavşan hediye eden çocuk… O zamanlar ikimizin de hedefi Kayseri Fen Lisesiydi. O amacına ulaştı, ben yine kaybeden taraftım. Hala görüşürüz onunla. Burkay, bir defasında öğretmenimizin bize çok sinirlendiğini söylemek için bizi sınıfa çağırmaya gelmişti. Koşar adımlarla girdim sınıfa. Annem gibi bana fütursuzca bağırarak, annemin bana hiç yapmadığı şekilde tokat atmıştı.Ben şok olmuştum. Ayla öğretmen bir şeyler konuşuyordu, bana bakarak sürekli ağzını oynatıyordu. Duymuyordum, duymak istemiyordum. Ağlayarak oturdum yerime. Kafamı sıraya koyup düşüncelere daldım. Neden böyle yapmıştı? Ona bir şey olmamıştı ki. Ben sadece koca bir buz parçasını ağzımda eritmiştim. O ders boyunca yüzüne bile bakmamıştım. Fakat elbette bakacaktım. Aynı sitede oturuyorduk. Ailemle arası iyiydi. Okul çıkışlarında beni evine götürür, çalıştırırdı. O sıralar çalışkan bir öğrenciydim. Onun çocukları Yağmur Abla ve Ali Abi öz kardeşlerim gibiydi. Akşam olunca annem ve babam beni eve zor getirirlerdi. Yaptığı yemekler, sıktığı meyve suları, okuduğu hikayeler aklımdan çıkmıyor.
Bana hayatı tanıtan ilk kişilerdendi. İkinci ailem olmuştu. Birinci sınıf sonunda beni yarı yolda bıraktı ve emekli oldu. O tatlı ve huysuz kadın yoktu artık. Sonrası hayal kırıklığı. Güya bırakmayacaktı. Yalan dolan… Bize yalanın kötü bir şey olduğunu söyleyende aynı kişiydi oysa. Bir gün umulmadık bir zamanda, o haberi aldım. Dünyamın “güneşi” batmıştı. Asla doğmamak üzere bu hayata gözlerini yummuştu. Sanırım hayatımın en berbat günlerindendi. Nasıl ifade ederim bilmiyorum şu an. Duygularım çok karışıktı.
O telaşlı günün her saniyesi beynimin süzgecinden azar azar akarken ben donakalmıştım. Bir öğretmeninizin ölüm haberini aldın mı hiç? İstemeden duydun mu? Ölmek neydi? Sonsuz mutluluk mu? Sonsuz huzur mu? Ardında onca kırık kalbi bırakıp çekip gitmek mi umursamazca? Artık hiçbir şey bilmiyordum. Bir zamanlar elimi tutup bana yol gösteren kadın şimdi toprağa mı teslim olmuştu? Ne zaman, nasıl, neden, nerede olduğunu bilmiyorum. Bilmek gelmiyordu içimden. Onu yaşatabileceğimi düşünürdüm. Kimse bana “onun baktığı gibi” bakamazdı. Sıcacık elleri, bembeyaz teni, mis gibi kokusu, dalgalı saçları… Kimse bana gerçekleri söylemedi. Hissederdim. O günden sonra hiçbir öğretmenime o kadar çok bağlanamadım. İyi ki de bağlanmadım. Hiçbirini onun yerine koyup sevemedim. Kaç yıl geçti üzerinden… Tek bir fotoğrafımız var, aynı karede. Sadece ben ve öğretmenim…
Her 24 Kasım’da Kayseri’deki mezarına ben çiçek koyamasam da halamdan rica ediyorum, o gidip koyuyor. Yağmur Abla ve Ali Abi’yi bir daha göremedim. İstemezdim ki. Onun çocuklarını görmek istemezdim. Öğretmenlik mesleğini bir yaşam biçimi haline getirmişlerdendi. Severdi her şeyi, özellikle beni. Abartmıyorum, hissederdim. Onu son kez göremedim. Fakat her Kayseri’ye gidişimde onun mezarını ziyaret ederim.
Bilirim ki, geldiğimi hisseder. Onu asla unutmayacağımı bilir. Rüyalarımda beraber oluruz bazen. Eski günlerdeki gibi, mutlu. Sadece o ve ben, benim dünyamda…
DAMLA GÜNEŞ BÜLBÜL