Bordo badanalı evin ikinci katındaki önüne tül çekilmiş balkonunda oturup sırtını caddeye vermiş bir genç kız elinde kalemi, düşünüyordu. İHMED Yaz Okulu mezuniyetinden sonra gittikleri Yoncalı Kaplıcalarında geçen unutulmaz günleri değerlendirecekti.

Başlamak ne kadarda zordu. Aslıda yazmayı seviyordu, anlatmayı, ifade etmeyi sevmiyor görünmesine karşın. Çekingen görünüşü yanında samimi ve tertemiz kalbi kristal bir camın ardındaki kadar görünebiliyordu. Başlamanın zorluğunu hissetmesi okuyacak insanların konumundan da kaynaklanıyordu.

Hafif bir rüzgar esti, tavanda sarkan tül uçuştu birden. Masanın üzerindeki beyaz kağıtlar savrulurken iki eliyle bastırıverdi. Bu başlangıç işareti olmalıydı. "Yazmazsan toplar götürüm" der gibiydi.

"İHMED' in genç kızları olarak güzel bir kamp hayaliyle düştük yollara. Kaç kişi olduğumuzun hiçbir önemi yoktu. Yapılması gerekenler yapılacaktı nasılsa..."

Demek ki gelmesi gerekenler vardı ancak gelememişlerdi. Yazar kız bunun farkındaydı ancak hakikatli noktayı yakalamıştı: "Yapılacaklar yapılacaktı..." Üç kişi de olsa beş kişide olsa.

Neler yapılacaktı ki?

Bir tatil, bir şifalı sular beldesiydi burası. Bir taraftan bunları düşünüyor diğer taraftan yemyeşil parkı gören otelin terasında hissediyordu kendini. Sabahları erken saatlerde kalkışlarını, o geniş camekanlı terastaki masalarda yaptıkları kahvaltıları... Kızların birbirini tanıma ve tartma çabalarını, sonraki günlerdeki gülüşmeleri hatırladı.

"Masa başı derken; öyle kelimelerden çok ciddiyetin konuştuğu değil tertemiz bir samimiyetin olduğu, kalktıktan sonra bittiğinin değil de her şeyin yeniden başladığının idrakine varıldığı bir masaya. Her şey döküldü o masaya; ders çıkarılacak hikayeler, gülünesi espriler, huzur veren şiirler ve kulakla değil yürekle dinlenilen Ahmet Hocamızın sohbetleri..."

O masadan bahsederken Edip Cansever'in "Masada Masaymış Ha!" isimli şiirdeki satırları geldi:

Bisiklet sesini çıkrık sesini

Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu

Adam masaya

Aklında olup bitenleri koydu

Ne yapmak istiyordu hayatta

İşte onu koydu

Kimi seviyordu kimi sevmiyordu

Adam masaya onları da koydu

Rüveyda da masanın başındakileri hatırlamaya çalıştı. Konuşulan ve ardından sorumluluk yükleyen cümleleri... O yüzden biten bir konuşma değil başlatan bir konuşma demeği yeğledi. Şimdi "kendisinin tabiriyle üç yıldır kırk yaşında olan bu adamın" dediklerini düşünmeye başlamıştı ki içeriden anneciğinin sesini duydu. Bir iş tarif ediyordu. Babasına ait, abisine ait ya da evin ufak tefek işleri ki her zaman kendisine kalırdı.

Artık büyümüş üniversiteli olmuştu lakin evin cici kızı hala o idi. Sevgi dolu yüreğiyle kaba bir karşılık vermeyi beceremezdi. Kır saçlı adamı masada bırakıp mutfağa geçmesi gerekiyordu.

Yazacaklarını balkonda bırakamadı onları da zihninde mutfağa götürdü. "Kır saçlı hocayı düşünüyordu. "Bütün yorgunlukları ve koşuşturmaları arasında bizlerle de zamanını paylaşarak, kimi zaman sözleriyle kimi zaman davranışlarıyla örnek olmayı unutmadı" diye düşündü bardakları tepiyse dizerken. Uzandığı şeker kasesi az kalsın elinden kayıyordu. Kendini fazla kaptırdığını sandı. Demlenmiş çayı servis yapmak üzere balkona taşıdı.

Ortam tam da şiir vaktiydi. Gün ikindi sonrası, karşısında anası, bir elinde kalemi zihninde Yoncalının yemyeşil parkı...

Yine bir sabah namazı sonrası ruhumuzu besleyip yemyeşil manzaraya attık kendimizi. Ardından şiirin kollarına bıraktık. "Ben Meçhul Bir Adam" şiiri hiç bu kadar anlamlı olmamıştı sanki. Belki de bırakmıştık şiirde anlam aramayı "her şiir, anahtarının şairinde olduğu bir oda değil miydi?" sonuçta. Ama o gün "şiir sevmiyorum" diyenler dahi gözlerini bir noktada sabit kılıp hiç kıpırdatmadan dinlediler ya o şiirleri... Tüm şiirlerin anahtarlarını çalmıştık sanki."

Gözü annesine kaydı. Şiir dinleyenler gibi değildi bakışları."Benim deli kızım neler düşünüyor" diye tuhaf tuhaf bakıyordu çayını yudumlarken. Bir kaş işareti ile "ne oluyor?" der gibiydi. Kızını, daldığı alemden geri çağırıyordu.

Hepimiz birer şair olmuştuk. Ve anladık ki doğru yerdeyiz. Olunması gereken yerde. Mısraların içinde... Ve nihayetinde hissedilen en son şeyin ne olduğunu anlamak için...

Annesinin davetine fark edip bir saniye işareti yaptı önüne sarkan örtüsünün uçunu arkasına doğru savururken. "Biliyorum, hepimizin aklında, yüreğinde kocaman, anlatılamayan bir teşekkür ifadesi saklıydı. Şimdi yapılacak olan yalnızca kuru bir teşekkür olsa da istenilen gerçek teşekkür sonra gözle görülecek olanda... Bu ifadeyi çok beğendi Üstad Necip Fazıl'ın cümleleri gibi geldi Rüveyda 'ya. Ancak kelimelerin zamana bağlı boyutunu telaffuz etmeden geçemedi. "Yalnızca kelimelere sığdırabilmek geldi içimden Teşekkürler, şimdilik..."

Kalemi masaya bıraktı. Derin bir ohhh çekti. Annesine baktı. "Yaz kampı için bir değerlendirme yazmam gerekiyordu. Diğer kızlar yazdı, bazılarını okuduk ben de Ahmet Hoca okusun diye yazıyorum. Eeee ne de olsa edebiyat Hocası."

Annesi babasının onun hakkında ettiği duaları sıralardı. "Allah razı olsun abinle de ilgilendiler, onların namazlı abdestli olmalarına sebep oldular."

Rüveyda hala yazdıklarının etkisindeydi. Acaba olmuş muydu? Düşünmesine gerek yoktu. WhatsApp'tan göndersin okuduğunda yorum yazardı zaten