Vefasız yılların birbirini ardı sıra takip ettiği bir dönemde "Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda" duası kabul olsun diye -tabir uygun düşerse- sürünerek de olsa İstanbul'a gelmiş Mısır Apartmanına yerleşmişti büyük İslam Şairi Mehmet Akif. Vatanını sevme konusunda hiç kimsenin şüphe duymayacağı koca gönüllü adam, öz vatanında bir zanlı gibi arkasında hafiyelerin ayak seslerini duydukça, fotör şapkalıların ketum bakışlarını üzerinde hissettikçe nefes alamaz olmuş ve terk-i vatan eylemiştir.

Afrika'nın kuzeyinde Kahire'nin güneyinde mütevazı bir hayat sürerken Anadolu'da yapılan inkılaplardan belki de çok sonraları haberdar oluyordu. Türk Edebiyatı dersleri okutarak hayatını ikame ettirmeye çalışan bu gurbetçi şair, yaşı geldiğinde yanından hiç ayırmadığı evladı Emin'i askerlik yapması için Tekirdağ'a gönderir. Askerlikten sonra oğlu Emin, sokaklarda, kaldırımlarda savrulur gider. Günlerden bir gün, çöplükte donarak ölmüş Emin Efendi'nin cesedinin garip şair görmese da yeni dünyada kendisi gibi düşünenlere yer olmadığını çok önceleri anlamıştır.

Oğlunun ve kızının hazin sonlarına benzer bir sonu kendisi yaşayacaktı o vefasız demlerde. Kimsesiz fakir bir insanın cenazesi gibi defnedilecekti. Mehmet Akif'in cenazesi denildiği andan itibaren Beyazıt Camiinin avlusu İstanbul hukuk Fakültesi öğrencilerince doldurulmuş ve bir bayrakla tabutun üzeri örtülmüştü. Cenazesi kılınıp Edirnekapı mezarlığına defnedilmişti.

Bu vefa mıydı? Devlet adamlarından hiç kimse yoktu. Burdur milletvekili, şair, mütefekkir, eylem adamı Akif'in cenazesine İstanbul Belediye Meclis üyesinin biri katılmış ona da soruşturma açılmış. Devletin, kurtuluş yıllarında milletine bu kadar büyük hizmetleri yapan bir insanı unutmuş olması Akif'in şahsiyetinde onun inancına, fikirlerine ve dünya görüşüne karşı bir tutumdur.

Kahire'de yaşarken Osmanlının son Şeyhü'l İslam'ı Mustafa Sabri Efendi'nin can yakıcı bir suali ile Akif niyetini açıklar. Soru şudur; "-Neden İstanbul'da Devlet-i Aliye'nin yanında durmadın da Ankara'daki yeni hükümetin yanına oldun? Akif, "-Ben böyle olmasın diye çok çalıştım ama kader böyleymiş, şimdi kıldığım namazların rekatlarını bile karıştırıyorum" der.

Tüm incelik ve derinlik "böyle olmasın" diye ibaresinde saklı sanırım. Demek ki ne olursan ol, bazen ve bazı konularda basireti bağlanıyor insanın. Bir adım ötesini göremiyor. Okullarını birincilikle bitir, spor dallarının birçoğunda başarılı ol, inanılmaz mükemmel şiirler yaz, bir milletin vicdanının dili ol ama bazı hakikatleri fark etme.

Peygamber Efendimiz (sav); "Ölülerinin ardından olumsuz konuşmayın ki diriler incinmesin" mealinde bir söz irat etmemiş olsaydı Akif hakkında tarihçilerimizin dediği sözleri sıralamak isterdim. Özellikle kuvvetli imanıyla yaratılışının uyumu sebebiyle (bence yaratılış ile inanç birleşirse çok güçlü karakterler oluşur) bazı fikirlerinden asla taviz vermediği gibi ileri de değişim de yaşamamış. Örneğin Sultan II. Abdülhamit Han hakkında yazdıkları ve onun hakkında söylediklerinden vazgeçmeyişi, pişmanlık duymayışı dikkat çekicidir.

Kolay değildir değişim dönemlerinden doğru yerde durabilmek. Öyle dönemlerde kanaatler gider gelir bir o yana bir bu yana. Osmanlı, devrini tamamlarken genç Türkiye Cumhuriyeti canlanmaktadır. Eskiden gelenler, yeniden beklentilerini netleştirememişlerdir ve gidişatı doğru okuyamamış olabilirler.

Akif, Sultana tavır alan yazarçizer, alim takımından bazıları da onunla birliktedir ancak sonradan pişman olurlar. Gafletlerini ve padişahın ne kadar büyük ve ileri görüşlü olduğunu beyan ederler ancak Akif'imizden tık yoktur.

Yıl biter ve yeni yıl başlarken 27 Aralık günü Akif'in anmamış olsaydık kendimizde bir eksiklik hissedecektik. Onu anmak, ondakileri anlamakla olur.

İki sevilen insanı, al birini vur öbürüne yapmadan sevmeye devam edeceğiz. Kendi aralarındaki farklı görüşleri de bilerek seveceğiz, sayacağız onları. Çünkü iman dolu gönülleriyle bu millet için neler yapmadıklar ki. Ruhları için Fatiha...