"Yarın gazeteye senin hakkında yazacağım" dedi uyarıcı masasında sınıf defterini imzalarken. Son sınıfta okuyan genç, "Yazın hocam, yazmayın desem, yazmayacak mısınız ki?"

Elbette yazacaktı. Çünkü günlerden bir gün okulun iç avlusunda yanına çağırıp ifade ettiği cümle çok büyüktü uyarıcının. Hangi teneffüs olduğunu hatırlamıyordu onu yanına çağırdığında. Her şeye rağmen çekingenliğin ardına sakladığı saygısını yitirmeden usulca yanına gelip söylenenlere sadece kulağını değil sanki kalbini de açmıştı ya da uyarıcı öyle sanmıştı.

Bir öğretmeni olmaktan daha öte bir his ile, nefsinin arzularından kurtulamayan öğrencisine "Seni, yoldan sapmış bir kavmi uyaran peygamber edasıyla seni uyarıyorum; seni kötülüğe çeken arkadaşlarından uzaklaş ya da onlarla beraber doğru yola, iyi davranışlara dön!" İçinde bulunduğu halden hemen vazgeçebilecek bir ruh halinden ziyade içindeki gençlik duygularının ve kendisini esir alan isteklerinin güçlü pençelerinden kendini kurtaracak kuvvet bulamayarak çaresizce başını büktü. Dersin başladığını anons eden tanıdık bayanın sesi eşliğinden sınıfa yöneldi ve biraz önce söylenen o kökleri tarihin derinliğine uzanan ve kutlu elçilerin söylediği sözü unutmuştu bile.

Derslerin ardından kendilerini dumanların altında dinlendiren bu gençler "özgür" takılıyordu. Dudakları arasından havaya savurduğu dumanların oluşturduğu sis bulutlarını kısılmış gözlerle bir iki saniye takip eden bu alışkanlık kurbanı gençler vazgeçemiyorlardı.

Metafizik dünyasını, sisler/dumanlar arasında kaybeden bu gençler sadece kendi bünyelerine zarar verdiklerini sanıyorlardı. Bu konuda da öğretmenlerini örnek alıyorlardı tabii. Okul kapısının yanında bir ellerinde çay, diğer ellerinde "dünyada sadece kendileri için yanan" sigaralarını tüttüren öğretmenler kimlere örnek oluyorlar, diye düşünmeden edemedi uyarıcı.

Öğretmenler bir köşede, öğrenciler ise marketin öbür köşesinde ruhlarını dinlendirirken yaşadıkları özgürlüklere hiç kimsenin karışmasını istemezlerdi. Kendileri de biliyordu sağlık için kötü bir şey olduğunu ama terk edilmesi ne zordu.

Kendini, uyarmanın sosyal sorumluluğu altında hisseden uyarıcı, onların halini hiç bilmiyordu sanki. Zira hiç alışmayan ne bilsindi gönül ve zihin dünyadaki tesirlerini. Kötülüklere karşı bir şeyler yapmayan, başını toprağa gömenlere, saklanamadıklarını, fark edildiklerini hatırlatmak istiyordu.

Günler önce düşünmüştü uyarıcı. Kötülerin en kötüsü kimdir, diye. Kötülük yapanların iyisini biliyordu. Hata edenlerin en iyisi tövbe edenlerdi, ya kötülerin en kötüsü kimdi?

Kötülerin kötüsü; hatasına devam edenlerdir... Onun da kötüsü yaptığı kötülüğü savunanlardır. Kendilerini sebep rüzgarında savrulmaya mahkum etmiş insanlardı. O sebepler olmasaydı, bunları "asla yapmazlardı tabii" gibi zayıf savunma geliştirenlerdi onlar. Beterin beteri olur da kötülerin daha da kötüsü olmaz mıydı acaba?

Düşündü uyarıcı, evet olsa olsa yaptığı kötülükle övünen zalimler olabilirdi. İnsanlıktan çıkmış, nasıl bir canavara dönüşmüş olduğunu fark etmeyen bu insanları Rahman olan Allah'ında buyurduğu gibi ancak cehennem temizlerdi.

Uyarma görevini yapmaya çalışırken, nefsinin arzularını "kendine ilah edineni" görmedin mi? diyen kutlu sözü hatırlıyordu. Çağdaş algının sahte rüzgarına kapılmış ve bireysel güveni zirve yapmış, özgürlüğü nefsinin köleliğinde bulmuş bu zavallılara söz ulaşmaz, mantık çalışmazdı...

Çünkü yaratan Allah öyle diyordu: "onların gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar, kalpleri var anlamazlar" diyordu. Uyarıcı, korkutan ve uyaran tüm peygamberler gibi olmasa da kısa aklıyla anladı ki "El Hak, Allah dosdoğru söylüyordu. İşte şahitti uyarılarda bulunmasına rağmen öğrencisi söylenen uyarıları kulak ardı etmişti. Kötülüğe davet eden arkadaşlarıyla arasına mesafe koyamıyordu. Bu kasırganın kendisini, annesine ve babasının da uyarılarına rağmen hangi iklimlere savuracağı zaman denen sırlı yolculuk belirleyecekti.