Yatağını bulmuş coşkun bir ırmak gibi akıyordu sözleri. Dinleyenlerin kulakları, duyduklarına inanamıyordu. Kimya sınavı öncesinde, bir edebiyat dersinde, gönül iklimine bu kadar dokunacak sözler fazla gelmişti sınıftakilere. Hocanın tüm derdi bir meseleyi, bir konuyu en iyi şekilde açıklamak ve öğrencilerinin derununda bir algılama oluşturmaktı.

Kutadgu Bilig adlı eserin ilk satırlarını okuyorken, eserin ne zaman, kim tarafından, hangi amaçla yazıldığını öğreniyorduk. Söz sahibi, yüreğinde beslediği anlamları, çarpıcı kelimeler üzerinden sürekli döndürüyordu.
Sınıfın en çok sarsıldığı an, “Allah’ın, bizi melekler katında zikrettiği” andı. Kalplerimizde lahuti bir atmosfer oluştu ve herkes kendini meleklerin yanında anıldığını hissedince bir başka oldu. “Bu başkalık” bir zil sesiyle dağıldı ne yazık ki. Zaten kaldıramazdılar fazlasını. Sözün, nereden buraya geldiğini düşündük. Edebiyat öğretmeninin dudaklarından dökülen cümlelerde bizi buraya getiren.

Alimin biri; “-Rabbimin beni ne zaman andığını biliyorum” demiş bir mecliste. Etrafındakiler şaşırmış hayret etmiş ve biraz da ukalalık ediyor gibi düşünmüşler. Alim zat devam etmiş. “Efendimiz (sav) bir kutsi hadiste buyurmuyor mu? (Kutsi hadis; kelimeleri peygamberimize (sav) anlamı Allah’a ait olan ve Kur’an’da yer almayan sözlerdir.) Kulum beni nefsinde anarsa ben de onu nefsimde anarım, kulum beni bir mecliste anarsa ben de onları daha hayırlı -meleklerin- meclisinde anarım.”

Sınıfta bir dalgalanma geçti. Tarihi bir olay anlatılıyor sandılar. Bunu, eski zamanlarda olmuş gibi düşündüler. Ancak sınıfın duvarlarını yakacak ses, damla damla zihnimizin ortasında yankılandı. Şu anda “Bu sınıftakiler meleklerin katında anılıyor, bilesiniz. Okuldaki yirmi sınıftan en farklı sınıf burası. Çünkü Allah’ın adını anıyoruz ve Rabbimiz de bizi kendi katında zikrediyor.”

“Bir bilgiyi bu kadar derinden düşünmemiştim. Kendimi çok değerli hissettim” dedi bir öğrenci. “Ya, üstümü başımı düzeltesim geldi. Utandım, mahcup oldum.” diye konuştu diğeri. Düşünceli ama bilgece söz açtı yanındaki “Sanırım gördüğümüz, dersleri pek içselleştirmiyoruz. Kitaplardan zihnimizin geçici kayıt bölgelerine not ediliyoruz o kadar.” Teneffüse çıkmak üzere iken uzun saçlı kız “Bir edebiyat dersinde aklımın ve duygularımın birlikteliğini hissettim” dedi.
Bir şiir, toplumun böyle dipten kökten değiştirebilir mi? Yusuf Has Hacip bin yıl önce yazmış. Biz derste okuyoruz ve bir edebiyatçının sayesinde tekrar dönüşmeye hazırlanıyoruz sanki. Kalbimize ok gibi saplanan kelimelerin altından nasıl kalkacağız bilmiyordum. Kimya sınavı öncesinde kimyamızın bu kadar değişeceğini bilmemiştim.
Etkileyici bir ders oldu. Şak şak yüzümüze çarpan o cümleler neydi öyle. “Eski eserlerde söze başlama adabı varmış: Besmele, Hamdele, Salvele…”

Şiir ne kadar da çok kapı açtı hocamıza. O da, bize her kapının ardını gösterdi açıklamalarıyla. “Rabbim” kelimesiyle başladı. Araplarda kadınlara ne isim verilir bilir misiniz? Sınıfta ses yoktu. “Rabbü’l Beyt” evin rabbi gibi bir tercüme olabilir ama terimsel manası “evin terbiyecisidir” biz de “yuvayı dişi kuş yapar” derler ya o misal. Mürebbiye de bu “Rabb” kelimesiyle ilgili.
Birini “rabb” kabul ettiniz mi artık onun sözleri, istekleri sizi hayatınıza yön verir. Belki de “gönül kabenizdeki korkudan, endişeden, gelenekten, acziyetten yapılmış üç yüz atmış putu devirip sadece Rabbimiz Allah’ın sözlerini ikame etmeliyiz.
“Din terbiye ediyor mu sizi, bilmiyorum” dedi edebiyatçı. “Dinden çıkın, Hıristiyan olun isterseniz” deyiverince bakışlar birden değişti sınıfta. Ne diyorsun der gibi otuz çift göz…

“Bu kitabın yazıldığı dönemin ruhiyatını anlamak istiyorsanız. Buradan düşünmeniz gerekebilir. Türkler, İslam’ı kabul etmişler ve büyük bir değişim yaşamışlar. İnançları, ibadetleri, kelimeleri, taktik ve teknikleri değişiyor, kolay mı? Sen de iki dudak hareketi ile bunu söylüyorsun. Düşün ve hisset… Hisset ve düşün…”

“Varının yok olması gibi bir şey… Dijital makineyle çektirdiği birbirine benzeyen o kadar fotoğraftan birini silindiğinde için gidiyorken, içten ve samimiyetle değişmek nasıl bir şey anlayabiliyor musun?”
Söz sözü açıyordu. Dağ tepe dolaşıyorduk sınıfça.
“Batının, bize karşı yaptığı en büyük yanlış; yalan söylemesidir. Bizim en büyük hatamız da batılıların yalanlarını gerçek gibi, hatta bilimsel bir veri gibi savunmamızdır. Kimse yalan deyip savunmuyor zaten. İnce problem de burada. Şiirin ikinci beytinde
“Pek çok övgü ile binlerce senâ / Kâdir ve bir Tanrı’ya yoktur fenâ. (Yusuf Has Hacip)

Edebiyatçı, zil çalana kadar bülbül gibi şakıdı ancak sınav yerlerini bildiren kağıdı sınıfa getiren nöbetçi bozdu büyüyü. Teneffüse çıktık ve böyle bir yazı yazmamız konusunda tavsiyelerde bulundu bize.