Sabahın erken saatinde sahildeki çay bahçesinde kitabını okuyan adam için günlerin pek farkı yoktu. Özellikle günün serin ve sakin vakitlerini en kıymetlisi olarak bilir ve değerlendirme gayretinde olurdu. Günün başlangıcını haber veren ilahi nağmelere kulak verip bedenini büyük kubbelerin altındaki saflarda dinlendirdiği demlerin ardından güne iyi başladığını düşünürdü.

Kurban bayramının akraba ziyaretlerinden, tadı annesininkileri anımsatan baklavalardan, kuşbaşı nimetlerinin mide seferi yaptığı vakitlerin arasından kurtulup kitabıyla birlikte olmak için özel vakitlere ihtiyaç hissederdi.

Seher yeli estiği o tatlı hazan mevsiminin bir gününü çay bahçesinin denize en yakın masasında oturdu. Yeni bir fikir kitabı okuyacaktı. Beyni temiz ve etrafı sükut kaplı olmalıydı. Dil felsefesi konusunda genç kalemlerden birinin düşüncelerini katacaktı düşüncelerini. Dil konusunda kafa yoran bir beyin taşıyordu omuzları üzerindeki yuvarlağın içinde. Seviyordu üretmeyi. Üretip konuşurken paylaşmayı.

Yakın zamana kadar kullanmadığı gözlüklerini de masaya bıraktı. Önce gözlüksüz okumayı denedi. Bazı sabahlar şaşı gören gözleri iyi görüyordu karınca misali karalanmış yazıları. Ne okuduğunu anlatmak istemiyordu. Zira önüne bırakılmış demli çaydan yükselen buharlara baktıkça dilinden Necip Fazıl dizeleri dökülsün isterdi. Sonra iki parmağında hissettiği sıcaklığı dudaklarında buldu.

Gün, karşı tepelerde yükselen binaların pencerelerinde ayna gibi parlatıyordu. Denizin üzerinde ördek misali suların hafif dalgalanışına kendini bırakmış martılara baktı. İskelenin ilerisinde balık tutmak için oltalarını savuranlara baktı. Yürüyüşe çıkmış amcaları, teyzeleri izledi. Kiminin elinde pet şişesi, kiminin parmakları arasında akıp giden tespih taneleri. Her şeyde sükunet içince bir hareketlilik vardı. Her şey sanki sükuneti muhafaza ediyor ve bozmak istemiyordu.

O ise bu mübarek bayram günlerinin nasıl geçtiğini düşünüyordu hafif dalgalı denize bakarak. Bayram buluşmalarını hatırladı. Bu sene camideki oturumla beraber otuz yılı geride bırakmışlardı. Her seferinde açılış konuşmasını yapmak kendisine düşerdi. Ancak bu sefer biraz farklı olsun istedi.

Sözü divan edebiyatından açtı. On sekizinci yüzyılın en büyük şairi Şeyh Galip demişti giriş cümlesinde. Ardında onun mükemmel eseri Hüsn ü Aşk ile devam etti.

"O gece Ben-i Muhabbet kabilesinde; biri erkek biri kız iki çocuk dünyaya gelmişti. Edep mektebinde okumuşlar, Sühan isimli hocadan dersler almışlardı... Macera dolu bir hikayedir ancak bizi ilgilendiren bunlar değil.

"Ben-i Muhabbet (Sevgi Oğulları kabilesi)ne kimler müntesiptir, biliyor musunuz?" demişti ve cevabı beklemeden devam etti. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin vb. bir bir sıraladı. Tüm aşk ikliminin insanları bu kabileye mensuptu. Ancak söz uzadıkça konuyu toparlamak zor olacaktı. Bu bayram gibi, iyi gelmişti aşk hikayesi ama o kestirmeden asıl mevzua bağladı. Otuz yıldır, senede iki defa bu halkaya dahil olanlar Ben-i Vefakarlardır. Yani teşbihte hata olmasın Vefalılar Kabilesindendir.

Zira evveliyatı, öğrencilik yılarını birlikte geçmiş ve hali hazırda memleketin değişik yerlerinden görev yapan, mevkisi makamı farklı olan bu insanları buraya, bu kadim bayramlaşmaya getiren şey sadece vefakar olmalarıdır. O sebeple Hüsn ü Aşk tan ilham ile buradakilere Vefakarlar Kabilesi/Topluluğu dersek yanlış olmaz herhalde" deyip sözü diğer dostlarına bırakmıştı.

Bunları düşündüğünde bayramın dördüncü günü sabah vakitleri Gemlik'in sahilindeki bir çay bahçesinde üçüncü bardağını bitirmek üzereydi ki düşündü bayramlar güzeldir, dostlukları güzeldir. Bayramın getirdiklerin güzeldir. Çünkü onu kötümser yapabilecek bir olaylara prim vermeyecek bir düşünce felsefesine sahipti."

Telefonu çaldı "iki ekmek al, geç kalma kahvaltıya oturuyoruz" diyen sevgi dolu sesin emirlerini yerine getirmek için, kitabını kapadı, telefonu cebine koydu ve yerinden kalktı.