"Ne kadar çok utanıyorum bakışlarımı kaldırıp yüzüne bakmaktan. Nedenini sorma! Cevabından da utanıyorum çünkü. Bir düşman gibi, ayaklarına değmiş gözlerim, başına/yüzüne bakamayacak kadar mahcup.

Lakin bu utanmanın suçlusu ben miyim sadece? Başından/yüzünden önce ayağını gözler önüne sürenin hiç mi suçu yok? Yüzümüz ki başımızın bir tarafıdır. Onu uzatıp veya döndürüp "ben buyum" deseydin, "buraya bak, buraya gülümse, buraya selam ver" deseydin, gözlerimin ortasına saplanıp kalmış utangaçlığımı veya bakışlarına yakalanmış olmanın verdiği kaçamak dolu anlamları görmeyecektin.

Sen bir zoru, bir olmazı kolayladın da beni gaflet çukurlarına yuvarladın. O çukurun kıyısından aşağıya bakıp beni aşağılamana katlanacağım ama kendi hatanı anlayana kadar.

Gözlerimdeki nurun bedenine yapışıp kalmasına izin vermeyecek, gafletin girdabından kendimi kurtarıp utanan kirpiklerimden yağmurlar yağdıracağım." gibi satırları okuduğu romandan başını kaldırıp gözlerini pencereden loş odasına süzülen ışıklarda hayaller kurmaya başladığında genç. Henüz on sekizinden yeni gün almıştı.

"Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar" diye mırıldandığı şarkının sözlerine hak veriyordu. Göğüs kafesinin ardında gönül adında gizli bir hazine vardı ve göz bebekleri de o hazineni aynasıydı. Ayna ne yapar? Ayna ne işe yarar ki? diye düşünmedi bile. Yansıyan ne varsa yansıtırdı ayna. Ayıp, günah, kusurlu, noksan ya da mükemmel, müthiş, harika, güzel ne varsa sadece yansıtırdı ayna.

Gözler, hazinenin nasıllığını haber veriyordu demek. Gözlerin neye baktığı kadar neyi gösterdiği de önemliydi öyleyse. Gözlerin baktığı nasıl bir şeydi ki derunundan haber veriyordu. İkisi arasında bir bağlantı mı vardı acaba?

Merak ipine dolanmış da suretlere mi kaymıştı gözler. Gözler, neyi gözlerdi ki. Gözlediği ile sakladığı arasındaki sırlı yolun adı cazibe olmasındı. Cazibe yoluna düşenler hangi kapıda bulurlardı kendilerini acaba. Çekim gücü görünende miydi yoksa?

Düşüncelerinin ardından adım adım gidiyordu. Ancak geçen sene okuduğu ve kapağında çarpıcı gözlerin resmi olan kitabı hatırladı. "Zehirli Oklar" ismini unutmamıştı. Kapağı açmasıyla sayfaları çevirmesi, sayfaları çevirmesi ile dikkatinin akıp gitmesi ve yüreğine düşen endişeleri fark etmesi birden bire oldu.

Gözleriyle elindeki romanı okurken zihni de boş durmamış, benzerleri olanı da hatırlatmıştı. Hatıraların kulağından tutup getirmiş orta yere savurmuştu. Hayır, hayır savurmadı bir savaş ganimeti gibi her şeyi yığmıştı meydana.

Lisede okuyordu. Gelenek, modernizm ve postmodernizm açısından meseleleri değerlendirmeyi hocasından dinlemişti dersin birinde. Gözleriyle gördüklerinden hasıl olan rahatsızlığın sebebini hem modernizmin hem de postmodernizim günceldeki yansımalarına bağlamıştı. Kalbine sahip çıkması lazımdı. Adı üzerinde kalp; yani değişebilir veya dönülebilirdi. Beden ülkesinin başkentiydi orası. Onu ele geçirmeye/yönetmeye çalışan şeytani düşmanları vardı.

"Mümin erkeklere söyle gözlerini haramdan korusunlar" ilahi kelamının tüm ağırlığını omuzlarında hissederken yarayı kaşıyan bu satırlara muhatap olmak etkilemişti onu. Okuduğu lisedeki kız arkadaşlarının zaman zaman giyim kuşamlarından rahatsızlık duyardı. Arka sırada oturan kısa saçlı, sivilceli arkadaşı içinden çıkamayacağı zor bir soru sormuştu. Bir üniversite sorusu değildi tabi bu.

"Ya dostum şimdi sen bunları her gördüğünde aklına hemen kötü şeyler mi geliyor? Sen ki Allah'a karşı gelmekten korkarsın, namazlarını da aksatmazsın, nedir seni bu kadar sıkıntıya sokan şey? Şimdi bunları düşünürken içeri süzülen ışığa daldığı gibi o günün akşamında yatağına uzanıp gözlerini tavana dikmiş yürek yakan sorunun cevabını arıyordu.

Riyakarlığa itecek bir sebep yoktu gecenin karanlığında. Çok düşünmüştü, iyi hatırlıyordu genç. Çok düşünmüştü ve ilkin kendine itiraf etmesi gerekiyordu dürüstlük adına. "Hayır, aklına kötü şeyler gelmiyordu. Aklına ilk gelen şey, bakışlarının bir sınırı aştığını, bir huduttan öteye taştığını ve bunun da Rahmanın "haramdan koru gözlerini" buyruğunu çiğnemesinden kaynaklanan bir iç sıkıntısı olduğunu fark etti.

Ertesi gün, gönlündeki dilinde, dilindeki gönlünde olduğu halde inanmış bir ses tonu ile cevabını söylemişti meraklı arkadaşına kantinde çayını yudumlarken.

Güneş ışıklarını toplayıp gece yorganını usul usul zemine yaymaya başladığında beynini yoran bu yorumlardan kurtardı düşüncelerini ve açtı kitabını ve okumaya devam etti.