Arka sıralarda oturan öğrencisinin "Ya hocam, şu gazeteye beni de yazın bir gün" dediği günden beri eğitimci-yazar hangi konularda nasıl yazı yazmaya başladığını düşündü. Kaleminin ucu, ağır misafirleri mi ağırlıyordu yoksa her önüne gelen hakkında bir şeyler karalıyor muydu? Bunca zamandır köşesinden anlattığı konulara bakılırsa anlatmaya değer konulardı.

Böyle bir ricada bulunan öğrencisinin nasıl bir özelliği olabilmeliydi ki bu satırlara konuk olsun. İsim vermeden, özellikle, olaylara ve düşüncelere dikkat çeken eğitimci-yazar nasıl bir başlangıç yapacağını bulmuştu.

"Beni de bir gün yazın" diyebilecek kaç öğrencisi vardı? Tarihe geçmek isteyen ve "işte bu yazıda benden bahsediyor yazar" diye işaret etmeden anlaşılmayacak böyle bir köşe yazısında bahsedilmekten hoşlanacak kaç insan bulunabilirdi ki? Kurgu mu gerçek mi olduğu anlaşılmayacak böyle bir yazıda, niçin özne olmak istiyordu genç. Gerçi, özneden çok daha nesneye benziyor olacaktı yazıdaki konumu. Yazmak eylemse, yazan öznedir ve yazılan ise nesne olabilirdi ancak. Farklı bir açıdan bakıldığında insanın çok temel noktasına dokunan bir ifadeyi önemsemek gerekiyordu: "Beni de yazın..."

İnsanın ruhunda var olan ebedilik duygusunun, yani dünyada kalıcı olma hissiyatının belki de ufak bir yansımasıydı. İnsanoğlu tarihi süreç boyunca "ölümsüzlük" kavramı üzerinde kafa yormuş hatta milli destanlara bile konu olmuştu bu. Cemil Meriç'in ifadesi ile "yazının icadından sonra ruh ölümsüzleşti" cümlesi de ayrıca düşünülmeye değerdir. Zira ruh, zaten ölümsüzdür ama ruhun hissettiklerini yazıyı aktardığımızda artık beşeriyet düzeyinde de binlerce yıllık zamana aktarılan bir bilinç hali olur.

Böyle, temel düşüncelerin arkasına saklanmadan, gazete köşesine konuk ettiği öğrencilerini, onların cümlelerini ya da onların tavırlarını düşünmeye başladı eğitimci-yazar. Hatırladığı bazı olayları hemen kaydetti: O günlerde Amerika, İsrail'in başkenti ilan ederken Müslüman devletler de Türkiye liderliğinde, Filistin'in başkenti olarak ilan etmişlerdi Kudüs'ü. Tam bir dik duruş veya tam bir karşı oluş hareketiydi bu.

Ancak arka sıradan bir öğrenci parmak kaldırıp; "Hocam, Amerika izin verdi mi? deyince o günkü köşe yazının başlığı atıvermişti eğitimci-yazar: AMERİKA İZİN VERDİ Mİ?

"Hocam insanları dinden soğutuyorsunuz" diyen bir öğrencinin de cümlesi köşe yazıları arasında ete kemiğe bürünmüştü. Daha geçen hafta "Algı, bazen gerçekliği geçer ve önemli olan algıyı yönetmektir" ifadesi de değerli öğrencisinin yorumları sebebiyle köşesinde hak ettiği yeri bulmuştu.

Böyle daha nice yazılar öğrencilerinin ifadeleri ile eğitimci-yazarın dilinde farklı ve derin bir anlamlara bürünürdü.

"Hocam, bir gün beni de yazın şu gazetede" diyen öğrencinin çok belirgin bir özelliği (sesinin güzelliği ve süper kaleciliği dışında) olmamasına rağmen "ruhundaki ebedilik" duygusunu derin hisle bu köşede görmek istiyordu. Eğitimci-yazar; "bu köşeye konuk olmak öyle herkesin harcı değildir" diyebilecek bir lükse sahip değildi. Lakin böyle seçici olmanın bazı küçük incelikleri vardı. Yazmaya değer birkaç cümle tespit edilecek değerli bir düşüncenin yükünü çekecekse niçin yazılmasındı .

Zihni bu tür değerlendirmeyle meşgul iken Türklerin eski bir geleneğini hatırladı eğitimci-yazar. Dede Korkut hikayelerinden Boğaçhan isimli kahramanın hikayesiydi bu.Türkler, bir kahramanlık gösterene kaona uygun, ona yakışacak bir isim verirlermiş hikaye edildiğine göre. Oğuz Beylerinden birinin oğlu isimsizmiş. Henüz bir yiğitlik gösterememiş o güne kadar. Bir gün arkadaşlarıyla oynarken üzerlerine gelmekte olan kızgın bir boğanın alnına yumruğunu sertçe dayamış. Boğa bastırdıkça delikanlı direnmiş ve sonunda yumruğunu çekince boğa hemen devrilmiş. Delikanlıya da "Boğaçhan" ismini vermişler. Dede Korkut hikayelerinde isim almak ya da ün salmak için iyi bir örnek gibi, mantıklı bir delil gibi göründü eğitimci-yazar yazarın gözüne..

Haftada iki defa kalemini konuşturduğu bu köşede delikanlının da arzusunu yerine getirecek, isimini açıklamadan, saçının ve teninin rengini betimlemeden, sadece dudaklarından dökülen o cümleye -beni de yazın cümlesine- derin anlamlar yükleyerek birkaç satır yazacaktı. Sonra da "oğlum, işte burada bahsedilen sensin" diyecekti.

Satır rayları üzerinde sonsuza akıp giden zaman treninin vagonlarına benzeyen kelimeler katarı, yerel bir gazetenin veya bir internet sayfanın ömrü kadar olacağı muhakkaktı.