İki yıl önce ayrıldığımız yerde tekrar buluştuk. Uzun zamandır ziyaret etmiyor değilim ama bugün müebbeden ayrılığın dönüm noktası. İki yıl önce tam da bugün taht misali tabutun önünde onlarca insanla elpençe divan durduktan sonra soğuk topraklara emanet ettiğimiz vakit; bir sonbahar günüydü.
Soğuğa yakın serin bir havada, üzerinde solmuş kuru söğüt yapraklarıyla, yeni yeşermeye başlayan ufacık yeşil otlar... Bir de, bir görünüp bir kaybolan kara kara böcekler. Benim sana dokunan ellerimin yerini onlar almış demek ki. Kabrinin bir tarafı çökmüş sırtının kamburunu andırıyor. Seni banyoda yıkarken elimi sırtın ovmak için dokundurduğumda hissettiğim incecik tenin şimdiye çoktan çürüyüp toprak olmuştur.
Zayıf bedeninden geriye kalan, askerde "aslanı kediye boğdururlar" dediğin o aslan yapılı iskeletin kalmıştır belki de.
Bu kambur dünyanın sırtında dört kardeşle küçük yaşta yetim kaldınız. "Allah razı olsun, bizi bırakıp kocaya gitmedi" dediğin anan yanı başında, seninle beraber ebedi uykuda. Anandan daha yakın sevgili eşin yani annemle yan yanasınız. Sanki koca bir ömrü ve ebedi bir ölümü paylaşıyorsunuz. İnsan ancak bir yastığa baş koyduğunda bu kadar yakın olabilir sevdiğiyle.
Gençliğinde "seni everelim" diyen yaşlı komşuya "bizim gibi yetime kim kız verir?" dediğin geliyor aklıma. Senin gibi, anasına hizmet edenlere Allah, Sultanları kul eder; etmiş zaten. Senin Sultan'ın bizim Sultan annemizdi. On yıl felçli olarak yatağına bağlı kalmış ve yaş haddini aşmadan Hz. Peygamberin göç ettiği o yaşta bu dünyayı terk eylemiş olan anneme hizmet ettin.
Büyük kızın evli, büyük oğlun 4 çocukla beraber kirada, küçük oğlun yani ben üniversite okuyorken sen "Allah düşmanıma bile vermesin" dediğin ızdırap yüklü, çilekeş yıllarını, dağ gibi acılar çeken annemin yanında erittin.
Yine de şirin olmayı, yine de muhabbetli olmayı, yine de kendi dünyanı kendi içinde kurmayı bildin. Tecrübelerinle geliştirdiğin fikirler, seni sen yaptığı gibi, bize de miras bıraktın onları.
Yetimliğin kelimelere dökülmüş halini kaç cümleyle kaç kez duydum senden. "Hac kapıda, hac kapıda" diyerek yakındaki bir insana yardım etmeyi hacca gitmekten, uzaklara gitmekten seni men ettiğini biliyorum. Ne uzayacaksın ne kısalacaksın değişinde her yok deyişinde, "yok, taştan kavi" nasihatinde ve kanaatkar tutumlarında da yetimliğin rüzgarları esmekteydi.
Köydeki hayvanlara çobanlık yapardım; beş kuruşa başladım, üç kuruşa indirdim onu da alamadım" deyişin hala kulaklarımda.
Çocukluğunuzda kendinizin diktiğini bazen çarıkları kullanır bazen de yanlayak kaldığınızı, bazen de o yırtık ayakkabılarla camiye konuştuğunuzu anlatırdın. Devlet kapılarında, yani mahkemelerde kaybolmuş dosyaları bulamayan hakime diklenerek konuşan taş....klıların "ben onu bulur getiririm" diye hikaye ettiğin olayın kahramanlarına bakışında da gördüm yetim yüreğini. Hem de kaç kez.
Küçükken köyümüz Erikli'nin Mindos tepesinde hayvanları güderken gömünün üstünde uyuduğunuzu, oralarda oynadığızı fakat gömüyü çıkarmanın nasip olmadığını anlatırken de yetimlik rüzgarı savruluyordu etrafında.
Askerliğe giderken tezkere almak kiiiim, biz kim? Kim bilir nerede düşer gebeririz dedirten yetimlikti... Askere gittin aslanlar gibi. Üç senenin çoğunu marangozhanede geçirerek yaptığın askerliğinden geri döndün. Eskiden yol parası vardı, geçmek için yaptığın yolun parasını askerden sonra ödedin... Köyün karmaşasından veya keşmekeşinden kurtulmak için İnegöl'e indin. Amcam ile bir olup Hal Sokağa 29 numaralı evi inşa ettiniz.
Yıl 1950'lerden 1977'lere geldiğinde şimdi bu bağrına uzandığın kabristanda göreve başlamıştın ben daha 7 yaşında bir çocukken. Birkaç kişinin nazlanarak kazamadıkları kabirleri tek başına kazar, hazırlardın. Bazen küreği elime tutuşturup benim de mezardan toprak atmamı isterdin. Çocukluğumun bir kısmı bu sükunet beldesi olan kabristan bahçesinde geçti.
Bu mezarlığın neresinde hangi meyve ağaçları olduğunu bilirim bu sebepten. Bir saf halinde dizilmiş 15-20 tane bereketli erik ağaclarını, geniş gövdesi ve yüce boyuyla kiraz ağacını, ceviz ağaçlarını ve siyah dutlarını... Hepsini tek tek bilirim.
Şimdi kabirlerle dolu şu boş arazilerde tarım yaptığını, mısırlar diktiğini, bostanlar ektiğini, geç saatlere kadar ot yığdığını ve yeri geldiğinde eve akşam karanlığında taşıdığını bilirim. Bu mezarlık duvarının dışında abimle birlikte iri boynuzlu kapkara derili mandaları göttüğümüz yılları hatırladım.
Şimdi burada annemle beraber uzanıp dinlendiğiniz kabristanın civarı bizim mahallemiz oldu. Uzaklara gittik, geri döndük buralarda çalışıyoruz. Ve sen, altında uzandığın tümseğin etrafında -kendi ellerinle kazdığın mezarlarda- uzanmış eş-dost ve akraba ile beraber ahireti bekliyorsun.
3 Kasım 2017... Bir cuma günü, ikindi vakti... Gözlerini son bir kez iri iri açtın, evladına baktın ve sonra ebediyete uçtun. O vakte kadar her şeyi unuttun ama dilinden "Allah... Allah... Allah..." zikri silinmedi. Bu dünyada bir yetimin görebileceğin her şeyi gördün. Arzu ve isteklerini noktaladın hayattayken... Alıştığın yalnızlığa Rabb'inin huzurunda devam ediyorsun.
Bugün ayak ucuna geldim. Senin kabrine bakıp bütün bunları söyleyebiliyorsam, yüreğimde inşa edilmiş olan muhabbetten dolayıdır. Erkek çocuklar anneye, derler; ama ben de baba figürü daha ağır basar. "Bizim deli oğlan, bizim kara oğlan diye eşine dostuna tanıttığı bu evladın senin hakkını ödeyebildi mi? Bilemez.
Ben doğduğumda sen 50 yaşındaymışsın. Seni toprağa gömdüğümde ben 47 yaşındaydım. Torununla doya doya günler geçirdin, mutlu olduğun gibi mutlu da ettin. Üzmedin, dert sorun çıkarmadın. "Baba bir hastaneye gidelim, doktora görünelim" dediğimde "doktor ne yapacak, yaşlılık... Allah her derdi insanoğluna vermiş" diyerek Sebapt ettin, sabrettin.
Sen ne çok şey öğrettin bize... Sana hizmetkar olan gelinin sözlerini aktarıyorum: "senin için, o felçli eşine bunca yıl hizmet etti diye Cenab-ı Allah da beni ona hizmetçi kıldı." Kaç kayınpeder bu sözü söyleyebilecek bir geline sahip olabilir ki. Sen evlat acısından hakkına düşeni de aldın, evlatın tadından da hakkını düşeni aldın torundan da gelinden de...
Yetim olarak başladığın dünya hayatına, akranların, eşin-dostun göçüp gittiğinde yine yetim gibi yaşadın ve vakti geldiğinde ruhunu teslim ettin.
Şimdi umudum odur ki annene olan hürmetin hasta eşine olan hizmetin, evlatlarına olan gayretin karşılığını Cenab-ı Allah sana kat kat versin.
Bilmediğin okuma yazmanın yanında kulak verip dinlediğin ve bize öğrettiğin bilgilerle biz de kendimizi şekillendirmeye çalışırken hep seni anıyoruz. Sen nerede bir söz söylemişsen; ne hakkında bir söz söylemişsen onu anıyorum vakti geldiğinde. "Parmaklarını öyle birbirine geçirme kısmetin kesilir" deyip de insanların parmaklarını birbirinden ayırdığını hatırlıyorum.
Gemlik'e giderken yol kenarındaki demir korumalıkları görüp "bunca demirin nasıl buluyorlar" deyişini hatırlıyorum. Domaniçten gelirken 8 oldu, 9 oldu, diye virajları sayışını da.
Evde pet şişelerin kapaklarını toplayışını, gazeteden kestiğin resimleri, renkli iplikleri, işine yarayacak tahtaları ve plastikleri, hep hatırlıyorum.
Evvelen kaşık yapmayı, sonra da beşik yapmayı bıraktın... Çünkü artık gücün kalmamıştı. Bu tarihten dört yıl önce de yatağına çekildin, odanda istirahat ettin. Bazen halsiz kalır, serum alırdın, bazen takatten düşer tuvalette mahsur kalırdın, bazen temizliğe çok düşkündün ellerini daima sabunlarla yıkar bolca ovalardın. Üstündeki elbisenin temiz olmasına dikkat ederdin.
Bir asra yakın ömründe bildiklerini sağlam bildin, inandığına o kadar sağlam inandın ki biz imanın dağ gibi olduğunu, senin gönlünden ve dudaklarından dökülen kelimelerden öğrendik. Şüphenin asla olmadığı güçlü, inanç yüklü kelimeler.
Geçenlerde yine geldiğimde sırtını yıkar gibi topraklarını düzeltim. Seninki, yine annemin kabrine göre biraz yüksek. Kabir toprağının duruşu/ hali seni gasılhanede yıkarken gördüğün son halini andırıyor, kabir toprağın senin sırtından almış şeklini sanki.
Neler söyleyebileceğim, neler anlatabileceğimi bilmeden sabahın erken saatinde ayak ucunda senin kabrine bakıyorum. Ayak parmakların geliyor aklıma, baş parmağım 45 derece küçük parmaklarına doğru kıvrılmıştı. Tırnakların iyice sertleşmişti. Onları keserken tırnak makasını biraz zor yanaştırıyordum; bazen canını yaktığında ufak çığlıklarını duyuyordum can havliyle. Sonra yemeğe uzanan ellerini görüyorum; bir ipek inceliğindeki görünümlü derin, kabarmış damarların görüntüsüydü... Biraz bozulmuş parmak şekilleri...
Ama oğluma en çok anlattığım şey ise senin abdest aldıktan sonra camiye seğirterek gidişin, gömleğin kollarının yenlerini indirmeye çalıc olduğun hacı taken, tesbihin; cebinden eksik olmayan çocukları sevindirmek için öttürdüğün düdüklerin, yine bir işe yarar diye ambar gibi kullandığın ceplerin.
Daha kim bilir neler hatırlayacağım aramızdan ayrılışının ikinci yılında. Lakin ey yaşlı ahiret yolcusu bil ki senin amel defterin hiç kapanmayacak.