"Benden sonra..." deyiverdi biri, öbürü ise onun çok üzüleceğinin söylediğinde bir an duraksadı. Basit bir soru olmadığı, yürek yakıcı bir cevabın varlığını derinden hissetti. Neden böyleydi? Niçin en sevdiği insanın ölüm fermanı kendisine imzalatılıyordu.

Uzakta duran, "ben sesini duyduğumda annemin, zaten ağlıyorum..." dediğinde yazma konusu veren kır saçlı adam "yazılası bir konu" bulmuştu öğrencileri için.

Anne, kız evlatları için ne de dokunaklı bir kelime idi. Sadece onlar için mi hayatının her safhasında "anne" sözü bir başka tonda çıkmaz mı insanın dudakları arasından?

Lakin bu soru, çok cins bir soru oldu. Rabbimizin yetkisinde olan bir mesele -ecel meselesi- niçin beynimizin ortasına pimi çekilmiş bir el bombası gibi fırlatıldı. Çünkü görevi yükleyen bir edebiyat öğretmeniydi. Biliyordu ki yazar ne için ve nasıl yazarsa okuyucu da öyle okurdu.

Yani tüm mesele okuyucuyu etkilemek için miydi? Hayır...

Aslında kalem tutan elin sahibinin yüreğine dokunmaktı maksat. "Anne" dedikten sonra üç defa "anne" diyen ciğerpareler, annelerin ölümünü düşünecekler ve belki de onun kıymetini anlayacaklardı. "Annem öldükten sonra ben" diye bir başlık yazıp hayatındaki kocaman boşluğu anlatmaya güç yetiremeyeceklerdi beklide.

Genç kız, hayatındaki yerini idrak etmeden yaşayan, evin içinde bir hizmetli gibi dolaşan, sessizce çayını veya neskafesini ders çalışma masasına bırakan, varlığı ile iftihar ettiği evladını yani kendisini- her gece uykudayken öpen, bakmaya kıyamadığı bakışlarından anladığı bu mübarek kadınının ölümü, yani yokluğu kim bilir nelere eşlenecekti.

Olur olmaz kızmaların peşinden annesinin yüzüne çarptığı had bilmez kelimeler, bir bir gelip hizaya geçtiği hayallerinde bile mahcubiyetten yerin dibine giriyor, suçluluk hissiyle kalbi paramparça oluyordu.

Bunları düşünecekti beklide genç yazar. Hatta bir tarih düşemeyecekti annesinin ölümüne dair. Daha ortada bir şey yokken "ne zormuş?" dedi kendi kendine. Sonra annesi olmayanları düşündü. Öksüzleri yetimleri düşündü tek tek... Onlar nasıl yaşıyorlardı sırtı kambur bu dünyada? Annesi yoksa bir çocuk ne yapsın kara toprağın üzerini? Şen şakrak eğlencelerin tadı mı olurdu? Hangi yemeğin tuzu, hangi tatlının tadı ayarını bulmuş olurdu ki? Anne, her türlü yaramızı saran şefkat eli.

O el, Rabbimizin kendi merhametini hissettirdiği mübarek el. Sevgisini annesiyle sınırlayan engin de olsa sevgiyi darlaştırmış demektir. O engin sevginin sınır tanımaz boyutlarını sınırlayan vedud, rahman ve rahim olan Rabbimiz iken bir gün annemizi katına davet edecek. Annemiz, bizden ayrılmayı asla düşünmeyen o mübarek insan bir gün uçup gidecek yüceliklere.

Tek teslimiz bir gün onunla tekrar karşılaşmak ve vuslata ermek olacak. İnsan ne büyük acılara dayanıklı yaratılmış bir varlıktır. "Ölenle ölünmüyor" deyip devam ediyor hayatına. Artık annesi yoktur hayatında lakin hatıraları süsler düşlerini. Yemek yaparken, temizlikle uğraşırken, bayram hazırlığına koyulduğunda, perdeleri asarken, bir söküğü dikerken hep annesinin sözleri çınlar kulağının dibinde.

"Annem böyle böyle derdi" deyip "benim için yap kendin için öğren" nakaratını terennüm eder. En sevgili için öyle buyurmuyor mu Rahman Kitapta "Ey Rasulüm sen de öleceksin onlar da ölecek bunu bilmiyor musunuz?" En sevgiliden ayrılmak, onun bir öksüz olduğunu hatırlamak, diğer çocukların anne dediği zaman gözlerini onun gözlerine, kalbi onun kalbine yakın tutmak... Off ne derin bir yürek yangını. "Anne sen hiç ölme olur mu, senin yokluğunu hayallerimden silmek istiyorum."

Annenin yokluk açısını dindirecek şey onu en sevenin yanında ağırlanmış olmasını bilmek, annenin hatırına hayır işlemek ve annesi olmayanlara annen hayatta iken yardım etmek...

Düşündü düşündü ve yazdı genç kız. Sonra gidip annesinin yanağına okkalı bir öpücük kondurdu, küçük bir çocuk gibi göğsüne dayadı başını... O anın ölümsüz olmasını diledi Rabbinden.