''Anadolu'da Türk çeteler, haydutlar kol geziyor; Hristiyanların kulaklarını kesiyor, para vermeyenleri kıtır kıtır doğruyor. Türkler ileri gidiyor ve bir an önce bir şeyler yapılmalı.'' Aynen böyle anlatıyorlardı 100 yıl önce yabancılar bizi dünyaya. Yoksa işgallere nasıl bahane bulacaklardı?

Malum Mondros'un 7. maddesi işgal hakkı veriyordu ve bunun için karışıklık çıkması lazımdı. Buyrun karışıklık! Türkler kulak kesiyormuş! Yürüyün işgale Haçlılar! Fakat bir kadın, bir gazeteci kadın, bu söylentilere inanmadı. Nasıl inanılırdı ki?

Yüzyıllarca Türkler; Ermenileri, Arapları, Yunanları, Süryanileri, Lazı, Çerkezi, Kürtü vs. yönetmişti. Hatta kapitülasyonlarla yabancılar, Türklerden daha rahat etmişti! İnanmadı kadın söylenenlere... Tutturdu -şu kurnaz, şu gözüpek, şu aklıyla baş edilemeyen Mustafa Kemal kimdir- diye... Paşayı böyle tanımıştı. Savaşın ortasında... ''Yapmayın, gitmeyin, Anadolu tehlikeli!'' dediler ama dinlemedi. İzmir'e vardı. Uzun uzun öğütler, tavsiyeler aldı.

Sonra trene bindi. Mutlaka Ankara'ya gidecek, Türk ordularının başkomutanını görecekti. Tabii o zamanlar bu hat, Yunan ordusunun ikmal ve tedarik hattıydı. Trene binince genel durum hakkında bilgiler verilmeye başlandı. Kadın heyecanla olup biteni dinledi. Yol aldıkça ve İzmir'den uzaklaştıkça barut kokuları ve dumanlar gelmeye başladı. Tren Kütahya'ya her yaklaştığı dakikada kadının heyecanı, yerini korkuya bırakıyor, yüzü asılıyordu.

Tren Ankara'nın yolunu tuttuğunda o zarif İngiliz kadın, gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Pencereden her baktığında yanan köyler, ateşe verilmiş camiler, camilerin içinde halen dumanı tüten ve kömüre dönmüş cesetler, ölü kadın ve bebekler görüyordu. Yanındaki rehbere olup biteni sorduğunda rehber, köylülerin camilere zorla doldurulduğunu ve içerideyken camilerin ateşe verildiğini, tren yolu üzerinde tek bir binanın bile kalmadığını söylüyordu.

Köylerde kurtulanlar açık tarlalarda kazılmış hendekler içinde geceleri saklanarak, ot yiyerek yaşamaya çalışıyordu. Kadın bu gördükleri karşısında sonunda hastalandı ve istirahat etmek durumunda kaldı. Nihayet Ankara'ya vardığında ise karşısına çıkan başkomutanın, omuzlarında nasıl bir yük olduğunu çoktan anlamıştı.

Dehşet içinde gördüklerini Kemal Paşa'ya anlattı. Kemal Paşa milletinin perişanlığını, içinde bulunduğu durumu kadına anlatırken sürekli yutkunuyor, sesi kısılıyor, bazen sözü kesiliyordu. Biri Cumhuriyet mi dedi? Cumhuriyet budur işte. Katıksız bir milletin zaferidir.

Uçurumun kenarından dönen bir milletin yeniden var oluşu, kendi kendisini yönetmeye başladığı gündür. O İngiliz kadın Grace Ellison'dur. O günden sonra Mustafa Kemal Paşa, Elison için Türkiye'nin Süleyman'ı, milliyetçiliğin ne olduğunu sonsuza kadar milletine anlatmak zorunda kalacak bir profesör ve tanıdığı en muhteşem insan olarak kalacaktı.

Şahit olduğu her şeyi, ''Ankara'da Bir İngiliz Kadın'' adlı kitaba sığdırmayı da ihmal etmedi.(Ertürk Özel)