Babasının yanında kardeşi ile birlikte camiye teşrif etmiş delikanlı henüz hafızlığını bitirmemişti. Birkaç yıldır babasının kanatları altında pazar sabahı namazında saftaki yerini alırdı.

Farz kılınmış, tesbih çekilmiş, dualar edilmiş ve belki de sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar yaşlı amcalar yavaş yavaş kapıdan çıkıp giderken babası ve arkadaşları caminin sol arka tarafına geçip pazar muhabbeti için halka oluyorlardı.

Elindeki telefondan Kıyamet Suresini okuyan babadostu amcasını severdi. Çünkü her defasında samimiyetle ilgilenir, hafızlık yapmasından dolayı kıvanç duyduğunu hissettirirdi kendisine.

Büyük bir adam ciddiyetiyle tilavet edilen Kur'an-ı Kerim'i dinlemeye başlamanın öncesinde. "Hafızlıkta kaçla gidiyorsun?" sorusuna sessizce "yirmi ile gidiyorum" diyen delikanlı henüz okunan ayetlerin anlamını çıkaramıyordu. Yüzünden okuma bitip Kıyamet'in meali okununca dehşete kapıldığı anlar oldu. Çünkü ayetlerde insandan ve dünyanın sonu olan kıyametten bahsediyordu.

Sözü kıymetli olan Allah yeminle/ kasem ile başlayarak bir kez daha sözünün gücünü teyid ediyordu. "Kıyamet gününe andolsun ki..." "Kendini kınayan nefse andolsun ki..." ifadeleri ile insan ruhunu adeta şokluyordu.

Günlük hayatta "vallahi, billahi, tallahi, sana şöyle şöyle yaparım" diyen ve bu dediklerini yapmaya muktedir olandan kim korkmaz, kim sakınmaz ki...

Ayetlerin manasını öğrenince hafızlığa çalışan delikanlının uykusu dağılmıştı. Nasıl dağılmasın!!! Bir taraftan yeminli cümleler, diğer bir taraftan soru anlamlı ifadeler zihnini bombardımana tutuyordu.

Kursta arkadaşlarıyla yaptığı muhabbetler arasında "inancı zayıf insanları şaşırtan, sapkınlığına sebep olup inkara kapı aralayan şüpheler, ayetlerde tek tek cevaplanıyordu. "İnsan, dağılmış kemiklerin toplanamayacağını mı sanıyor?" "Onu parmak uçlarına kadar düzenleriz." "Fakat insan önündeki kıyameti yalanlamaya kalkışır." "Kıyamet günü ne zamanmış diye sorar..."

Zihninde toparlamaya çalıştığı bu anlamlar biraz sonra "kıyamet bilinci ile terbiye olunmak" başlığı altında yapılan sohbetle gönlündeki yerini alacaktı. Delikanlı kısık gözlerle etrafındaki büyükleri tek tek süzdü. Hepsi de babasından daha büyüktü. İmam Hatip'te okudukları yıllardan itibaren aralarında devam eden derin dostluk huzur yayıyordu. Babasının dostlarının kimi diş hekimi, kimi bir camide imam, kimi din kültürü kitaplarını yazan ilahiyatçı, kimi eğitimci yazar, kimi kafes kuşlarının hayranı bir dost.

Böyle değerli büyüklerin arasında bir sabah namazı sonrası muhabbet halkasında bulunmak delikanlıyı ziyadesiyle memnun ediyordu. En çok da hafızlığı ile beraber Kur'an-ı Kerim'in anlamını dinlemek onun için bambaşka bir şeydi. Anlamını bilmeden tekrar edilen Arapça kelimeleri anlayamıyordu daha.

Dünya hayatının karmaşık ilişkileri arasında nefsinin arzuları peşinden koşan bunca insanı, durdurup davranışlarını değiştirmek kolay bir iş değildi. İşte Kur'an-ı Kerim kıyamet bilinci vererek intihara veya gaflete dalmış insanı uyarıyordu.

Kendi nefsini ilah edinen zalimlerin yanında nefsini bilip de onu kınayan ve bir hesaba göre hayatını yaşayan insan olmak çok mantıklı geliyordu. Ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri dahi toz haline gelmiş bir cesedi parmak uçlarındaki izlere kadar tekrar yaratabilecek olan kudret sahibi Allah'ın kelamını ezberlemek delikanlının bir kez daha ruhunu hoş etmişti.

Meleklerin şahit olduğu sabah namazı sonrası yapılan kısa muhabbetin lezzeti kadar olmasa da çorba ikramı kardeşini sevindirecekti.