Yakıcı hatta kavurucu bir sıcaktı. Elleri de en az önündeki toprak kadar kurumuştu ama yine de o, çok seviyordu toprağı. Pek çok ortak yanları olduğunu düşünüyordu çünkü. Başını kaldırıp baktı kayısı rengindeki güneşe. Sanki güneşle değil de içindeki minik çocukla sohbet ediyordu artık. Aralarındaki sessiz muhabbetlerini bir süre sonra sonlandırmıştı. "Güneşe inat tüm zorluklara inat, ant olsun ki vazgeçmeyeceğim cömertliğimden." Bir kez daha önündeki toprağa baktı. Eğildi. Belki annem de bu yüzden Toprak koymuştur benim adımı diye düşündü yerdeki adaşı avuçlarının arasından bir kum saati gibi akıp giderken... Ayaklarının altındaki toprak sanki bir film şeridine dönüşmüştü ve artık Toprak Ana bu zaman makinesinin bir misafiri oluvermişti. Karnındaki bebesini sımsıkı kucaklarken elleriyle, zihni çoktan bu zaman yolculuğundaki seyahatine başlamıştı.

Yıl 1911... Aylardan ise nar mevsimi... Yerler bile üşürken, onların üzerlerinde bembeyaz battaniyeler seriliydi. Havva Ana, ayağında terlikleri beş yavrusu da uyurken yataklarında, karnındaki bebesi ile odun toplamak için düşmüştü yollara. Tek derdi, çocuklarına hayat ortağının yokluğunu hissettirmeden hem analık hem de babalık yapabilmekti. Yavruları yeni güne merhaba dediklerinde üşümesinler diye sobayı bir an önce tutuşturabilme endişesiyle evlerinin ilerisindeki odunluğa doğru yol almıştı hızlı hızlı. Rüzgar ıslığıyla eşlik ediyordu ona. Güneş ve ay nöbet değişimlerini henüz tamamlamamışlardı bile. Havva Ana odunluğun kapısını açarken bir yandan da sıradaki işlerini düşünüyordu. Ahır süpürülecek, hayvanların karnı doyurulup ineklerin sütleri aç bekleyen bebelere yetiştirilecek, ekmek pişirilecek, biriken çamaşırlar için ateş yakılıp su kaynatılacak, kalan köz ile de ütü yapılacak, kullanılan odunların yerine telafi odunları kesilecek, çocuklar banyo ettirilecek, akşam yemeği pişirilecek derken daha zihninde yapılacaklar sonlanmamıştı ki bu düşüncelerinden derin bir of çekerek saklanabildi Havva Ana. Bu sürede arkasındaki küfeye çoktan doldurmuştu ısınma çubuklarını ama o hiç şaşırmadı bu duruma.

Her gün güneşle yarıştığı bu aynı tempo onu bir robota dönüştürmüştü adeta. Ömürdaşı varken daha rahattı elbette. Yıllardır paylaştıkları lokmaları gibi işleri de paylaşıyorlardı. Sahi şimdi ne yapıyordu Mehmet Efendi acaba? Eli silah tutamazken ordu için çağrılmıştı da "Emir büyük yerden Havva'm!" diyerek helalleşip katılmıştı kutsal göreve. Burnunun direği sızlamıştı Havva Ana'nın. Özlem ne yüce bir duyguydu. Derelerdeki suları bile donduran soğuk işlemezken Havva Ana'nın bedenine, hasret sızlatmıştı işte burnunu.'' Ya bir şey olursa?'' diye düşündü, ''Ya dönemezse geri?'' Güneş doğarken köpek havlamaları sanki hatırlatıyordu Havva Ana'ya yaşam ağacından bir yaprağın daha düşüp gittiğini. ''Ya göremezsem onu bir daha!'' diye düşündü tekrar. Sıkıştı kalbi. Dışarıdaki soğuğa rağmen yüreği sanki bir mahşer yeri gibiydi. Bu duyguları, içindeki bebesi de hissetmişti çünkü onlar sadece göbek bağı ile bağlı değillerdi birbirlerine. Gönül bağıydı onların arasındaki. Tıpkı her evlat ve annesinde olduğu gibi. Artık her şeyi paylaştığı yavrusu misafir değil de ev sahibi olmak istiyordu annesinin kucağına. Havva Ana, "Güç ver ya Rab!" diyerek açtı evinin kapısını cennet kokulu meleğine. Sanki daha bebekken anlamıştı yavrucak sıkıntılı bir yaşamı olacağını. Anlamıştı da öyle acıklı acıklı ağlıyordu. Havva Ana, "Yanındayım ben senin, korkma!" diyerek göğsüne dayadı bebesini. Yağan yağmurla beraber yükselen toprak kokusunu bile bastırmıştı yavrusunun cennetten ödünç aldığı koku. Mis gibiydi. Derin bir nefes alarak içine çekti bu kokuyu Havva Ana. Sonra bir anda "Toprak" diye fısıldadı. "Evet evet Toprak olsun senin adın." "Bu kavuşmaya toprak şahit oldu. Toprakla can bulmalı senin yaşamın." dedi tebessüm ederek. İşte böyle merhaba deyip tanışmıştı Toprak Ana içine yeni girdiği bu kervansarayla.

Doğruldu yerden Toprak Ana, " Ah anacığım ne kadar çok ihtiyacım var sana, bir bilsen" diyebildi göz pınarları içine taş atılmış gibi kabarırken. "Keşke bir helallik alabilseydim senden" derken kalbi göğüs kafesinin demirlerini iyice zorluyordu. "Babam dönebilseydi cepheden, hiç böyle olmazdı" diyordu içindeki ses çığlık atarak.

İyice daraldı yüreği. Yüreği daraldıkça da dar gelir oldu içindeki aslanına karın kafesi. Toprak Ana başından beri bir oğlu olacağını hissediyordu hem de babası Mehmet Efendi'nin bir gölgesi gibi. Yanılmamıştı da. Yavrusuyla tıpkı kendi annesi ile kucaklaştığı gibi kucaklaşmıştı. Yine toprak şahit olmuştu bu cömertliğe. Ant içmişti zaten Toprak Ana ''Güneşe inat tüm zorluklara inat, vazgeçmeyeceğim cömertliğimden.'' diye. Tutmuştu da sözünü tıpkı bebesinin elini sımsıkı tuttuğu gibi. Bir süre kalıverdi öylece. Uzun zamandır bu kadar huzurlu hissetmemişti kendisini. Kaçarak evlendiği eşi Mahmut Efendi'nin "Aslanım" sesiyle irkildi. Daha önce hiç aşmadığı kadar hızla aşmıştı tepeyi Mahmut Efendi. Ramazan ayında yemek yemeye, su içmeye hasret bir nefis gibi kucaklamaya hasretti bebesini. Üç kızdan sonra ilk erkekti hanelerinde. Daha yanına varmadan anlamıştı babası, ağlama sesinden Allah'ın kendilerine emanet ettiği bu canın hemcinsi olduğunu. Soluk soluğa kucaklarken yavrusunu," İyi misin Toprak'ım?" diye sordu eşine. Toprak Ana onları görmüyor gibiydi sanki. Mahmut Efendi'nin de gözü yiğidinden başkasını pek görmüyordu zaten. Toprak Ana, " anam" diye inledi. Havva Ana geliyordu yüksek tepelerden kızının yanına doğru. Bir başka güzeldi bu kez yüzü. Ay olsa kıskanırdı diye belki de gündüz görüyordu hasret duyduğu annesini. "Geldim Toprak'ım" diyordu annesi yaklaşırken. "Helallik istemiştin ya ben de helalleşmeye geldim işte, gel" diye uzattı emek kokan ekmek kokan ellerini. Sahi ne güzel ekmek pişirirdi annesi. Ne kadar özlemişti o günleri. Böyle düşünürken çoktan tutmuştu annesinin elini... Arkalarından Mahmut Efendi'nin sesi geliyordu, " Alp yarimin aslanı, Alparslan'ım" diyordu. Toprak Ana annesi ile el ele uzaklaşırken tebessüm etti onlara. Allah'ın emaneti emin ellerdeydi nihayetinde.

Alparslan doğmuştu Muş'un Malazgirt ilçesinde. Annesi ile çıktığı hayat yolculuğuna annesi olmadan devam etmek zorundaydı artık ama ilçedeki tüm kadınlar bir annenin yerini alamasa da destek oluyordu onun büyümesine. Alparslan'ın doğumu ile aynı zamanda bebesini kucaklayan komşuları Hafize Ana süt annelik yapıyordu ona mesela. Hatice Ana her gün onlara ekmek, aş getiriyordu. Ayşe Ana evlerinin temizliği ile ilgilenirken, Fatma Ana da çocukların bakımlarından sorumluydu. Anadolu'da komşuluk yarenlik demekti çünkü. Ayşe Ana'nın çocuğu Fatma Ana'nın da değerlisiydi. Senin, benim ayrımı olmazdı aralarında hiç; "bizim" vardı dillerinde, gönüllerinde... "BİZİM." Birlik ve beraberlikle sürdürülen ömürlerinde günler günlerle yıllar yıllarla kovalamaca oynarken, Alparslan'nın 6 yaşından beri hayalini kurduğu askerlik vazifesi ebelemişti onu. Hep kendisine gururla anlatılan şehit dedesi Mehmet Efendi'yi görürdü kendi siluetinde askeri kıyafetler içinde. Şimdi zaman bu düşünün tam da içine düşmüştü. Görev onu çağırıyordu. O nasıl koşmazdı. "Anneannemin canı anneme, anneminki bana feda olmuşken benim de canım senin uğruna feda olsun" dedi bir avuç toprağı cebine doldururken. Diğer cebinde de yıllardır sakladıkları Toprak Ana'sının doğum zamanında başındaki oyalı yemenisi vardı. Biri memleket özleminin öteki de ana hasretinin merhemi olacaktı bu kutsal vazifede Alparslan'a. Artık merhaba dediği bu topraklara hoşçakal demek için daireler çiziyordu akrep ve yelkovan. Babasına hoşçakal diyemedi bir türlü. Boğazı kenetlenmişti. Sımsıkı sarılabildi sadece. Bu gidişin dönüşü ya da dönüşünün buluşu olabilir miydi meçhul? Keşke anam da görebilseydi beni böyle, yanımızda olabilseydi diye sesli düşündü Hafize, Hatice, Ayşe ve Fatma Ana'sının ellerini öperken. Bir düğüm daha atılmıştı sanki boğazına hem de sıkıca. Babası usulca fısıldadı, büyümesinde emeği geçen tüm anaları göstererek " Bak, arkan ana dolu."

Hayır Mahmut Efendi hayır fısıldama, haykır işte! Anadolu, böyle nice babasız büyümüş Toprak Ana'ların doğurduğu yiğitler sayesinde kazanıldı çünkü. Bu sebepledir ki toprağın her karışında anaların emekleri, cefaları dolu. Anadolu! Helal olsun ki sana toprağın paha biçilmez, fedakar ANA dolu!

Anadolu'nun her bir köşesinden bu toprakları canı pahasına savunmuş olanlara, savunanlara selam olsun! Ne mutlu Türk'üm diyene!

DİDEM YÜCEL

İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ