Güneşten korunmak için çardağın altındaki yün şiltesine oturdu. Sağ elinin kocaman parmakları ile kıvrılmış dizini avuçlamıştı, diğer elinde ise iri taneli tespih... Dudakları kıpır kıpır, boşalan kum saati misali tespih tanelerinin tik tak sesleri. Allah, Allah, Allah...

Günün sıcaklığından korunmak için nice zamandır böyle yapardı aksakallı ihtiyar. Hem zikir hem tefekkür... Sonra lise çağlarındaki torunları toplaşır etrafına, ağzının içine bakarlardı bir şey anlatsa da dinlesek diye. "Cennetin serinliği için sıcağın sıkıntısını çekenler" diye bir cümle kurmuştu bir vakitler.

Hepsi geldi torunlarının, yamacına yerleştiler. Bugün komşu kızı ve okuldan iki arkadaşı daha müsaade isteyerek sohbete katılmıştı. Güneşler açan çehresiyle iltifat dolu sözler ekti yaşlı adam, genç gönüllere. Bu çağda büyüklerinin nasihatini dinlemekten kaç kızcağız nasiplenir ki... Misafirlerini tanıştırdılar dedeleriyle. "Bu Ayşenur, bu da Zehra dedeciğim, aynı okulda okuyoruz. Senden ve senin anlattıklarından bahsettik. Merak ettiler, ben de buyur ettim."

Yüzünün kırışıklıkları bir güneş ışını gibi görünen simasında büyüleyici bir hava vardı. Genç kızlar tok bir sesten -ki bunu beklemiyorlardı- kısa bir Kur'an-ı Kerim dinlediler. Herkes başını ortadaki işlemeli sehpaya dikmiş kendi iç aleminde seyr ü sefer eyliyorlardı. Biri keşke okunanları anlayabilseydim diye iç geçiriyordu. El-Fatiha dedikten sonra yaşlı adam dokunaklı sesiyle tane tane konuşmaya başlamıştı;

"Sizin babanız da ağlar mı zaman zaman? diye sorunca gençler, zihinlerinde babalarının tüm görüntülerini gözden geçirdiler fakat babalarının kirpiklerini ıslatan bir gözyaşı damlasını hatırlayamadılar? "Ne kadar da taş yürekli olmuş bu büyükler. Yoksa "erkekler ağlamaz" diye zayıflıklarını mı gizliyorlar?"

"Bu ülkede Başbakan ağlıyor, bu memlekette cumhurbaşkanı ağlıyor, milleti için yaş döken paşalar padişahlar ağılıyor da babalarımıza ne oluyor ki ağlayamıyorlar.

Ağlamak derinden hissetmek demektir. Tatmak gibidir, ağlamak. Ne der büyükler "tatmayan bilmez." Lezzetlerin tadı tarif edilemez. Üstat Necip Fazıl'ın Reis Bey eserinde annesini öldürme suçu iftirası ile haksız yere idam edilen masum genç, celladı olan hakime; "Siz anlayamazsınız Hakim Bey, ağlayabilseydiniz anlardınız. Kalbiniz taş kesilmiş, Siz buz çölünde yol alıyorsunuz" manasında sözler sarf etmişti. Efendimiz (sav) de "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" buyurmuyor mu?"

"Buradan ne anlıyoruz gençler" dedi ve tek tek gezdirdi gözlerini onların duygu kokan bakışlarında. O sıcak havaya rağmen arada bir esen meltem rüzgarını içine çekti ve devam etti.

"Ağlamak ne büyük bir nimettir. Kalbin rikkate ulaşması, kelimelerin duygusal boyuta geçip yağmur gibi dökülmesi... Demek ki bildiğimizden değil, cehaletimizden ağlayamıyoruz. Demek ki güçlülüğümüzden değil anlayamadığımız için ağlayamıyoruz. Kelimelerin kabuğunu yiyor, posasını çıkarıyoruz ama özüne ulaşamıyoruz.

Annesinden ayrılan bir yetim gördüğümüzde, babasını gözleri önünde kaybetmiş bir çocuğu izlediğimizde ağlayabilmeliyiz. Kadirşinas bir vefa ya da hasret sonrası kavuşma gördüğümüzde ağlayabilmeliyiz. Ağlayamıyorsak ağlar gibi yapmalıyız. Sahtekarlık değil bu alıştırma çabası. Kasmayalım hayat karşısında kendimizi. Yüreğimizin götürdüğü yerde bol rahmetli göz yaşı varsa kuruması için beyhude çabalara girmeyelim.

Efendimiz (sav) Kuran-ı Kerim okumasını istemişti bir sahabeden. "-Kur'an size inmişken onu ben mi okuyayım?" dediğinde Efendimiz (sav) "-Ben dinlemeyi de severim" demişti ona. Nisa suresinde; "Bütün insanları toplayıp seni de şahit tuttuğumuzda" ayetlerine geldiğinde durmamı işaret etti ve baktım ki gözleri yaşarmış...

Günahları affedilmiş olmasına rağmen toprağı çamur haline getirecek ağlamaları vardı Efendimizin (sav). "Dicle kenarında bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adl-i ilahi Ömer'den sorar onu" diyen Akif'in belirttiği gibi Hz. Ömer (ra) de o kadar sorumluluk sahibiydi ki ağlamaktan yanaklarında gözyaşlarının bıraktığı izler vardı.

Medineli Ensar (ra)'a hitabeden Peygamberimiz (sav); "-Onlar, yani Mekkeliler, mallarıyla burada kalırken siz Peygamberinizle Medine'ye dönmek istemez misiniz?" dediğinde, orada bulunan Ensar'ın göğüsleri kaynar kazan gibi sarsıla sarsıla ağlıyorlardı. "-Biz bu taksimattan razıyız!!!" deyip mala mülke yan gözle bakmadılar.

Geriye yaslanırken "ağlamak, beşer yaradılışlıyı insan yapar" dedi ihtiyar. Sesi kısılmıştı, gözlerinden akan yaşlar sakalına doğru kayarken güneş eşyaların gölgesini daha bir uzatmıştı. Müezzinin yanık sesinden ikindi ezanı dinlemek için sükuta gark oldular.