DEPREMDEN DERS ÇIKARMAK (1)-1999

DEPREMDEN DERS ÇIKARMAK (1)-1999

Abone Ol

ÖNEMLİ NOT: Bu yazı 1999 yılında 17 Ağustos Marmara depreminden sonra kaleme alınmıştır.

Son günlerde eşimin ağzından en çok "Ah canıım" sözleri işitiliyor... Gayrı ihtiyarî söylenen sözler bunlar... Bir iç yangısının ifadesi... Yeğenlerini ve kız kardeşini toprağa verdiğinden bu yana ben bu iç yangısına tanığım... Şimdi de, deprem görüntüleri içinde gözlerine korku sinmiş çocuklar veya ölümün soldurduğu çocuk yüzleri için aynı yürek acısını seslendiriyor.

Gazetede, görevlinin kucağına aldığı bebek cesedinin, bebek elbiseleriyle, bir kare sonra, mezar diye kazılmış çukura atıldığını görünce aynı iç yangısı benim yüreğimde de depreşti: Ah canıım...

Buz pateni pistindeki cesetler için aynı iç yangısı... Orada, her bir cesedin yüzüne bakıp, kendi yakınını bulmaya çalışanlar için aynı...

Yüzlerce insan, toplu mezarlara gömülüyor. Depremin her bir görüntüsü diğerini unutturuyor... Acının katmerleştiği bir ortam..

İşte böyle bir ortamda bir "devlet" tartışmasına tanık oluyoruz. Bir yanda "Devlet nerede?" çığlıkları, diğer yanda "Devlet karşıtlarının provokasyonu" suçlamaları...

Aslında peşinen, soyut bir "devlet suçlaması"nın veya "devlet karşıtlığı"nın olduğunu söylemek mümkün değil. Bu, her yerde bir "devlet karşıtı" aramak ve suçu ona yükleyip, ardından daha katı bir devlet motifi üretme alışkanlığının bir uzantısı...

Aksine burada, bir "devlet arayışı" var. İnsanlar, hep bir ağızdan "Varsan, çık ortaya" diye sesleniyor devlete. Böyle devlet karşıtlığı olur mu? "Şu, şu, şu zamanlarda nasıl kendini hissettiriyorsan, asıl şimdi hissettir kendini" diye sesleniyor insanlar... Yani bir devlet anlayışına eleştiri yöneltiliyor, bir devlet anlayışına da özlem belirtiliyor...

Dün işçiler sokakta arıyordu "sosyal devleti", bugün deprem yıkıntıları arasında arıyor yıkılmış insanlar... Türkiye, cezalandıran devlet anlayışını tanıyor, milleti tek tipe sokmak isteyen devlet anlayışını tanıyor, mahremiyete kulak uzatan devlet anlayışını tanıyor... Ama sanki deprem en çok Ankara''nın zihin yapısında gerçekleşmiş gibi, sosyal devlet adına, ortada pelteleşmiş bir irade dolaşıyor...

Savunmalara bakın:

-Deprem çok yaygındı... Yollar da yarılmıştı... İletişimin altyapısı çökmüştü... Elimizden geldiği kadar çırpınıyoruz...

Bu bir "devlet savunması" mı Allahaşkına?

İnsanlar, zimam-ı devleti elinde bulunduranlara "Ağlamayı bırakın, Türkiye''nin imkânlarını kullanın" diyor.

"Yaratın, yoktan varedin" demiyor... Çünkü Türkiye bu imkânlara sahip... Önemli olan, onu oraya, deprem yerine taşıyacak yönetim basiretini-becerisini gösterebilmek. İşte devlet adına olmayan o...

Büyük bir inşaat firmasının sahibi, "istese devlet, bir günde deprem bölgesine bin tane dozer getirtir, operatörleri ile dedi dün bana... Buna yasal hakkı da var" dedi.

Şu insanlara bakın bir can kurtarabilmek için seferber olan, bebelere bir şişe süt taşıyabilmek için can havliyle koşan... Ülkenin bu infak yarışına rağmen iktidar adına ortaya konan çaresizlik gösterileri kahrediyor insanı...

AHMET TAŞGETİREN-ARŞİVDEN DÜŞÜNCELER-21.08. 1999

DEPREMDEN DERS ÇIKARMAK (2)-1999

ÖNEMLİ NOT: Bu yazı 1999 yılında 17 Ağustos Marmara depreminden sonra kaleme alınmıştır.

Çoban ağaya kaybettiği sürünün hesabını veriyormuş: -Bir kayadan yuvarlandı baş koyun... Arkasından yuvarlandı beş koyun... Üçünü kurt kaptı, beşini sel aldı, onunu yel aldı...

Saymış, saymış ve son olarak elindeki yoğurt bakracını uzatarak, "işte sürüden kalan bu" demiş. Ağa bakmış, bakmış, çobanın elindeki yoğurt bakracını alıp, başından aşağı boşaltmış... Çoban son derece pişkin devam etmiş: -İşte ağa, demiş, hesabı düzgün olanın yüzü böyle ak olur!

Hükümet adına konuşanların yüzü, nazar değmesin, çobandan daha ak! Pirü pâk! Hesapta zerre kadar sapma yok...

Ama Türkiye''nin yüzünü ağartmıyorlar, bunu bilmeliler...

Türkiye''nin potansiyeli bu ise, yandı gülüm keten helva demektir...

Belki, Türkiye''nin en zayıf yanının şu an siyasî iktidar olduğunu söylemek gerekiyor... Orada iktidar değil, acz var...

Acz, yani Türkiye''nin potansiyelini koordine etmeyi beceremeyen bir siyasî yapılanış! Kendi kadrolarını, askerini, sivilini, millî bir felâketten kurtuluş için seferber edemeyen merkezi beyin...

Durun Allahaşkına, deprem yerlerine gitmeyin, ziyaret etmeyin, "yaranızı sararız" diye öfke tırmandıran demeçler vermeyin, kafanızı toplayın, dağınıklıktan kurtulun, bu memleketin nerde ne kadar imkânı var, onları değerlendirin...

Söyleyin Allahaşkına, daha kaç gün enkazın altındaki insanlara ulaşamamış olacağız biz?

Söyleyin, hiç el vurmadığınız daha kaç bina enkazı var?

Bunların altında tahminen kaç insan var?

Bir ülkenin yaşama kararlılığı, meydan okumalara verdiği cevaplarla ölçülür. Ne yazık ki cevap refleksimiz son derece zayıf. PKK meydan okudu, 15 yılda cevap verebildik.

Sel, su baskını, deprem meydan okuyor, elimiz ayağımız birbirine dolanıyor... Ekonomide meydan okumalar karşısında teslim halindeyiz. Faiz meydan okuyor, kanımızı emiyor... Bu iyi bir görüntü değil.

Daha önce de yazdım: Ben en çok, Gölcük''teki Deniz Üssü''nün enkazının hâlâ kaldırılamamış olmasına şaşırıyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri''nin performansı bu mu? Bunu, "Türkiye''nin kendi yarasını sarma potansiyeli" için ölçü kabul edecek ne kadar dost-düşman bulunduğu hesaba katılmıyor mu?

Günler geçti, günler geçiyor... İlk iki gün için, saniyeler, saatler önemliydi... Enkaz altında can aranıyordu. Şimdi artık, bebeler, anneler, nineler, dedeler, delikanlılar, "yekûn" hesabıyla toplu mezarlara dolduruluyor... Tek tek acımak lüks haline geldi... Bundan sonra enkaz altındaki can için ümitler sıfıra müncer oldu, ve çıkan her cesed, ürküntü doğuracak, çünkü salgın hastalık telaşı başladı...

Yazık, yazık bu canlara..."Çekilin" demek bile içimizden gelmiyor... Çünkü o bile acıyı artıracak...

Hepimiz Temel''in trajik noktasındayız: -Bu bana ders olsun!

Ba''de harab-i basra!

Depremden, gelecek için ders çıkarmak, ne kadar pahalı bir ders, düşünebiliyor musunuz? Bilmem kaç depremden almadığınız dersi, bu sonuncusundan almak; gerçekten traji-komik bir durum...

AHMET TAŞGETİREN-ARŞİVDEN DÜŞÜNCELER-21.08. 1999