Torunları "kırmasınlar" diye rafların üzerine bıraktığı gözlüğünü alacaktı. Mutfak dolaplarını da yeni yaptırmıştı özene bezene. Oğlunun üç gün önce "anne bunun üzerine çıkma, ayakları sağlam değil, atayım ben bunu çöpe" dediği beş basamaklı açılır kapanır merdivene tırmanmıştı. Çok az kalmıştı, bir basamak daha çıkıverse gözlüğüne ulaşacaktı.

En küçük oğlundan bir torunu daha olmuştu geçen aylarda. Onunla ilgilenmekteydi on beş gündür. Onun görmek için gelen diğer torunları, evin altını üstüne getiriyorlardı. Çocukları çok sevdiği için gönüllerini kıramadığı gibi "yavrumun yavrusu" diye sevdiği cennet çiçeği torunlarına da hizmet etmeyi seviyordu. Bu "bakım işine" göre yaşı ilerlemiş olsa dahi, kızlarının ve oğullarının gözünde o hala güçlü bir anneydi.

Minnacık torunu onu geride bırakıp gitmişti memleketine. O küçücük bedeni ile gönlünde kocaman yer tutmuştu babaannesinin. Onun gidişiyle derin bir yalnızlık içinde buldu kendini güçlü kadın. Gözlerinin önünden o bebeğin yüzü hiç gitmiyordu, bazen elinin yumuşaklığını hissediyordu. Yalnızlıklar içinde boğulmaktan kurtulmanın yolunu biliyordu; kendini bir şeylerle meşgul edecekti. O gözlüğü alacak ve onca yaşına rağmen Kur'an-ı Kerim okuma çabasına bırakacak kendisini ya da örgü, dikiş işleriyle vakit öldürecekti.

On tane evladı olmuştu bu yaşına kadar. Beşini kara toprağın bağrına emanet etmişti memleketteyken. Şimdi ise beş tane evladı vardı dünya mutluluğu olan. Bu çocuklardan biri her yönü ile kendine benzerdi. İş yapması, yardımseverliği, temizliği, titizliği... Anneydi o, hiç birini diğerinden ayrılmazdı ancak her birini ayrı ayrı severdi. Sadece çocuklarını mı, hayır. Her bir evladından birer ikişer sekiz torunu vardı, onları da severdi.

Dünyadan alacağı her türlü gam, keder, endişe ve mutluluğu gönlüne yığmıştı. Yokluklar görmüş, sıkıntılar çekmiş, gurbet eldeki eşinin eve dönüşünü beklemiş ve o cahil aklıyla bir çok büyük işe imza atmıştı. Eşi de ona derin bir güven duymuş, onca ilerlemiş yaşına rağmen onu "yetimdir" diye severken, "o olmasaydı, benim bir şey yapacağım yoktu" dediğini çok duymuştu.

İçindeki girişimcilik ruhu hiç ölmemişti. Çocuklarının gelişimi için devamlı teşvik etmişti. Televizyondaki sağlık programlardan öğrendiğini yapar bunu kızlarına da teşvik ederlerdi. Kimini daha fazla okuması için, diğerinin aldığı ehliyetin hakkını vermesi için "becerikli olmaya" yönlendirirdi.

Yardım severliğinin haddi hesabı yoktu. Ciğerli kadındı ki, kendi akrabalarının çocuklarına yokluk zamanı yuvasının kapılarının açmış, onların okumaları için her türlü hizmetlerini görmüştü. Yapması gereken ne varsa, aklının kestiği ne ise gönüllü olarak yapardı. Tutumlu ve gayretli, kararlı ve ileri görüşlü idi.

Lakin bu ileri görüşlülüğü da yaşlanmış olmalıydı. Kafasına koyduğunu yapma gayreti ile ağır ağır çıktığı merdivenin dengesizliği bir yana mutfağın fayanslı zemininde kayıyordu merdivenin ayakları. Halı toplanıyordu buzdolabın önüne doğru. Tutunacak bir yer yoktu. Raflara tutunsa taşıyamaz, her şeyi yere yuvarlayabilirdi. Malı da kıymetliydi.

Zayıflamaya başlayan ağır bedeni fayansların üzerine yayılmıştı birden. Bedeninin sıcaklığı fayansların soğuklunu hissediyordu. Ne olduğunu anlayabilmiş değildi bir anda. Mutfaktan yayılan garip sese içeride haberleri izlemekte olan kocası gelmişti. Yaşlı kadını kaldıracak bir gücü de yoktu adamın. Bir şeyi olup olmadığını sordu. Olayın sıcaklığından kalça kemiğinin kırıldığını ve kolunun çıktığını anlamayan kadın, biraz bekleyip cevap verecekti ancak kendini suçlu hissediyordu. Yarı ciddi yarı şaka yarı korkudan "bir şeyin yok" dedi.

Ancak geçen zaman facianın faturasının tek tek yazıyordu. Her gün yaptığı gibi kocası da ekmek almak için evden ayrılmıştı. Açı ve ağrı vücudunun her yanında dalga dalga vuruyor ve dayanılmaz bir hal alıyordu.

Sürünerek, evin cümle kapısına ulaştı. Sesinin yettiği kadar bağırmaya başladı komşulara. Gelen giden yoktu, sesi de kesilmişti. Aradan geçen üç saat öylece kaderiyle baş başa geçti. İçinden, merdivene, aklına, fayanslara, kocasına ne geliyorsa sayıyordu ancak nafile.

Yaşayacak ömrü olan, görecek günü olan, yaşayıp daha neler görecekti kader kitabın satırları arasında. Bir haftadır devlet hastanesinin yoğun bakımında kımıldamadan beklediği ameliyat günü de gelmişti. Uzun, sıkıcı ve hareketsiz bekleyişler arasında gönülde şükürler, dudaklarda hamd kelimeleri mekan tutmuştu. Bazen çocukları giriyordu yanına ve onlarla hasret gideriyordu iki içi kelamla.

Yeni bir hayata merhaba diyecek bir limanda bedenini dinlendiriyordu şimdi güçlü kadın. Hak, şerleri hayreyler./ Zannetme ki gayr eyler./ Arif onu seyreyler./ Görelim Mevlam neyler./ Neylerse güzel eyler.